Çarşambayı Seul aldı

Seferî hükümlerine tâbi de olsa Ramazan’da seyahata bir şey sızıyor, kekremsi bir şey.

Önceden hiç takvime bakmadan verilmiş söz nedeniyle geçtiğimiz çarşamba günü Seul’a hareket ettim. Kamboçya, Malezya, Çin ve Japonya’dan sonra Kore, Uzakdoğu’da göreceğim yeni bir ülke olacaktı. Oldu da.

Türkiye’nin onur konuğu olduğu Seul Uluslararası Kitap Festivali oldukça hareketliydi. Açılışa Cumhurbaşkanı eşinin katılması, siyasî gözlemciler tarafından diplomatik ilişkilerin 60. yılını anlamlandıran değerli bir jest olarak kabul ediliyor.

Türkiye’de uzun zamandır göremediğimiz kimi dostlarla orada buluşmak, konuşmak; Kültür Bakanlığı’nın gerçek kitap ve kültür ilgilisi üstdüzey bürokratlarının (Hamdi Turşucu, Dinçer Ateş, Sedat Akçakoyunlu, Emrah Kısakürek) sahadaki şık performanslarına tanık olmak ve çeşitli yayın evlerimizin editörleriyle kitap etrafında sohbet etmek hoştu. Ayrıca fuarda çok güzel kapaklar, baskı teknikleri ile basılmış güzel kitaplar ve muhtelif kırtasiye ürünleri gördüm.

“Hayâlle Gerçek Arasında Çocuk Bilinci: Masal” başlıklı konuşmamdan sonra şehri arşınlarken genel olarak şunları zihnime not almışım: Koreliler sokakta çocuksu bir neşeyle yaşıyor. Ellerinde uçan balon olan çok sayıda yetişkin var. Ortalamanın üstünde bir romantizm her yerde göze çarpıyor. Gençler değişik stillerle giyiniyor ve genel şehir akışını bütünüyle etkiliyor.

17-06/19/sader.jpg

Şemsiyeyle dolaşan çok sayıda insan var ve gölgede de kapatmıyorlar. Rögarlardan çıkan kokular rahatsız edici. Yemekler hep olduğu gibi benden uzak. ‘Gangnam Style’ fenomenini hatırlayanlar olacaktır. Gangnam merkezî bir bölge adı ve Gangnam Meydanı’nda o dans stiline ait bir elektronik anıt var.

Güleryüz ve yardımseverlik ileri düzeyde. Bir yer sorduğunuzda bilmiyorlarsa ‘bilmiyorum’ demeyi biliyorlar.

Türkiye’yi gerçekten çok seviyor ve ‘kanka’ diyorlar. Uzakdoğu toplumlarında insanlar arasındaki belirli saygı gösterisi burada da var. Korelilerin moda/kozmetik ve cep telefonu bağımlılığı ileri düzeyde. Kendine özgü geleneksel ve modern tarzda dizayn edilmiş tekstil ürünleri rahatı ve sıhhati (doğal, güzel kumaşlar) önceleyen bir anlayışla mağazalarda yerini almış. Ana caddelerde çeşitli dünya markaları var ve onlar da büyük rağbet görüyor. Japonya’da gördüğüm kültürel Batı bağımlılığı burada da yüksek ölçüde kendini gösteriyor. İyi bir armonika almak için uğradığımız çok katlı bir müzik merkezindeki yüzlerce dükkânda en çok bulunan enstrüman piyano ve gitardı. Ama ben gece yaşlı bir sokak müzisyeninden bizdeki kanun tekniğine benzer bir çalgıdan çok güzel geleneksel müzikler dinledim. Beni şaşırtan şey, yaşlı amcanın arada bir o çalgıyı yayla da çalmasıydı. O zaman kanun tınısına benzeyen o sesler birden yaylı tambur gibi bir sadâya dönüşüyordu.

Çinli, Japon ve Korelileri çekik gözlerindeki belli ve açık kıstaslara rağmen ayırt edemiyorum, belki de etmek istemiyorum. Onlar da zaten bizim birbirimize çok benzediğimizi düşünüyor ve ‘hepiniz aynısınız’ diyorlar.

Kore’de diğer ilginç bir şey kiliseler ve her yerde göze çarpan Hıristiyan propagandası. Gece bazı binalardan ışıklı haçlar yükseliyor. Cuma günü gittiğimiz Câmi şehrin bir başka köşesindeki yüksek bir tepeye inşâ edilmiş. Orada değişik ülkelerden müslümanlarla bir aradaydık ve hutbenin dili bütünüyle arapça idi.

Hiç çeşme görmedim sokaklarda. Hiç.

Kedi-köpek ve kuş da görmedim sokaklarda.

Ama havaalanına giderken batan güneş kıpkızıldı. İstanbul uçağını lebaleb dolduran Koreliler de mutlu mu mutlu görünüyordu. Havada sahur (THY mutfağı dünya uçak şirketlerinin en iyisi) indiğimizde şehrimdeki ince yağmur. Kore dağlarında tabakam mı kalmıştı, ne olmuştu?

Hongsi slush

Aylar önce Türkiye’de Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u üzerine akademik çalışma yapan Koreli bir hanımefendi, çocuk kitaplarımı Kore diline çevirmek üzere bir görüşme yapmak istemişti.

Görüşme gününü kararlaştırmış fakat yağan büyük kar sebebiyle görüşememiştik. Kendisi de zaten o akşam uçakla İstanbul’dan ayrılmıştı. Kore’ye hareket etmeden önce telefonuma mesajı geldi. Kore’ye geleceğimi öğrenmiş ve belki de orada sunacağım bildirinin tercümesini kendisinin yapabileceğini belirtiyordu.

Kendisiyle buluştuk ve epey sohbet ettik. Beni şehirde gezdirmek istediğini söyleyince memnuniyetle kabul ettim. Şehri gezerken, Kore ile ilgili olarak üç ay gezsem fark edemeyeceğim sosyolojik ayrıntılardan bahsetti. Savaş öncesi ve sonrası Kore’den, kültürel hayatın katmanlarından, Kuzey Kore meselesinden, klasik türk müziği tutkusundan, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan, Aşk-ı Memnu’dan, izlediği eski İstanbul içerikli türk dizilerinden… Bunları salt akademik bir tutkuyla değil, severek yaptığını da belirtti. Türk hikâyesini çok sevdiğini söyleyince ben de ona biraz Mustafa Kutlu’dan söz ettim. Hiç okumamış ama hemen okumaya başlayacağını söyledi.

Turistik bir bölgedeki geleneksel bir lokantaya girdik ve bir şey ikram etmek istediğini ifade edince ‘Türkiye’de yaşadınız ve ağız tadımızı biliyorsunuz, ben ayrıca fazla seçiciyim’ demek zorunda kaldım. Neyse ki seçtiği pirinçten yapılmış ve katkısız iki ayrı küçük tatlı türü ile (hanga, in jul mi) süt ve kuruyemişten yapılmış buzlu bir kâse tatlı (pat bing su) masaya geldiğinde hayâl kırıklığı ve ağız tatsızlığı yaşamadım. Bizim Trabzon hurmasından yapılan hongsi slush isimli katkısız içecek ise mükemmeldi.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.