Bir gönül eri daha gitti Son hezarfen Yakupoğlu
Onu, Kütahya’nın bir tepesinde kendi yaptırdığı Çinili Câmii’nin hemen alt tarafındaki sevimli evinde Kütahya’lı bir arkadaşımla birlikte ziyaret etmiştim.
Evin her tarafına, bütün duvarlarına kendi yaptığı o naif, güzel resimler asılmıştı. İçinin arasında yaşıyordu.
Yaşlı, nurâni yüzündeki büyük saflıkla bize gençliğini ve hayatını anlattı. Akademideki yıllarından, merhum Süheyl Ünver hocadan ve onun kendisine söylediği “Kütahya’ya gidiyor ve oradakileri çizmeye başlıyorsun” ‘emrinden’.
Sonra onun Paris’ten getirdiği ve ‘bir ömür ekmek teknem oldu’ dediği şövaleden bahsederken, salonun bir köşesinde duran şövaleyi gösterdi.
Neyzendi ayrıca, minyatürist ve ressam olduğu gibi. İyi bir restoratör, müzeci olarak da doğduğu topraklara borcunu ödemeye çalışan Ahmet Yakupoğlu’na son hezarfen diyebilir miyiz?
Kendi yaptırdığı caminin bütün çinilerini kendi tasarlayıp imâl ettiren Yakupoğlu, caminin içini de Türkiye’de bir ilk ve olarak Süleyman Çelebî’nin Mevlid’inden mısralarla tezyin etti.
Binlerce resmi var. Sular, tablolarında adeta akacak kadar canlı olduğu için ona ‘suların ressamı’ da denmiş ki elhak öyledir. Kışları İzmir’de yaşıyorum, demişti. İstanbul’da akademiye kayıt için başvuru sırasında vesikalık fotoğrafı istenince lavabodaki aynaya bakarak karakalemle kendisinin resmini çizip vesikalık fotoğraf olarak verecek kadar ustaydı. Kimse anlamamıştı o ‘vesikalık fotoğrafın’ resim olduğunu.
Müthiş sanat kitaplığını ve eserlerini Dumlupınar Üniversitesine bağışlamış. İnşaallah üniversite bu eserleri, ilgililerin istifadesine sunacak bir düzenlemeyi gerçekleştirir.
Baktı, gördü, gereğini yaptı ve rahmet yurduna gitti.
Yerinin doldurulamayacağını biliyorum.
Ne çok çiçek vardı evinin bahçesinde.
Dünya ne kadar kısa.
Ve Ahmet Yakupoğlu’nun çok çiçekli büyük bahçeye ulaşmış olması ne güzel.
Hak rahmet ede. Hû.
Yola Çıkış
Atımı ahırdan getirmeleri için emir vermiştim. Hizmetçi beni anlamıyordu. Ahıra kendim gittim, atımı eğerledim ve bindim. Uzaktan bir trompet sesi duyuyordum, bunun ne anlama geldiğini sordum ona.
Hiç bir şey bilmiyordu ve hiç bir şey duymamıştı. Büyük kapıda beni durdurup sordu: “Beyefendi nereye gidiyor?” “Bilmiyorum”, dedim, “Sadece buradan gitmek, sadece buradan gitmek. Sürekli buradan giderek hedefime ulaşabilirim.” “Hedefini biliyorsun yani?” diye sordu. “Evet” diye cevap verdim, “Dedim ya buradan gitmek, işte hedefim bu.” F. Kafka- Bir kardeş Cinayeti- Şûle Yay.- Çev.: Naime Erkovan
Dünya Çocuk Günü
Hangi dünya, hangi çocuk?
Yayınlanan bildirilerin içeriğine bakıldığında savaş, her türlü istismar, ağır çalışma şartları, ağır sağlık sorunları, açlığa bağlı ölümler ve diğer iç karartıcı başlıklara bağlı çocuk gündemlerinin içine düşüyorsunuz.
Çıkabiliyor musunuz? Asla!
Bu yıllardır böyle.
Dünyanın çocuk günü olsa ne olur, olmasa ne olur?
Gün geçti ve işte unuttuk bile. Sıradaki gün gelsin.
Geç kalan açıklama
Bir şehit ailesine, darbeci birinin ‘dava ‘açtığı’ haberi üzerine sosyal medyada yoğun ve doğal olarak çok hareketli bir gündem yaşandı.
Resmî açıklama ise geceye yaklaşırken geldi. Böyle bir dava ‘açılmamış.’
Açılsa bile zaten ancak bu kadar tartışılabilirdi.
Bu kadar infial uyandıran bir konuda, resmî açıklamanın bu kadar geç yapılmış olması zamanın ruhuyla uyuşmuyor. Gerçeğin ruhuyla da.