Başka Türkiye yok
Avrupa normal mi, rahatsız mı? Hayır, bizimle son günlerde yükselttiği ‘politik arbede’den bağımsız olarak soruyorum.
Dünyayı ve birbirlerini yedikleri son iki dünya savaşını; ayrıca devam eden süreçte gercekleştirdikleri ve bazı bölgelerde hâlâ daha sürdürdükleri irili ufaklı onlarca katliamı da masaya koyarak soruyorum.
Mülteciler, sığındıkları köprü altlarında bile rahat etmesinler diye kamyonlarla kaya parçaları getirip orayı dolduran bir zihniyetten söz ediyoruz eninde sonunda.
Bırakın ‘yabancıyı’, birbirinin farklılıklarına bile tahammül edemeyen bir yapı.
Nerdeyse, temel amacı birbirine saldırmamak için kurulmuş ama muhtelif sebeplerle yine de parçalanma yoluna girmekten kurtulamamış bir birlik.
Şimdi tutmuş, Türk siyasetçilerinin Avrupa’da miting yapmaması için birbiriyle yarışan Avrupa ülkelerinin neyin peşinde olduğunu anlamak zor.
Türkfobia diyebileceğimiz eski/yeni duygusallığın fitili zaten hep ateşliydi ama terör örgütlerini açıktan destekleyerek güpegündüz körükleme faaliyetlerine şimdi bu kabil tüy dikmeler epey tuhaf.
Yakın gelecekte Avrupa’da yapılacak seçimleri anlıyoruz. Ama ‘rahatsız’ seçmene selam çakıp birkaç oy uğruna ‘ yapıcı’ dinamikleri dinamitlemek ne ola?
Yoksa yükseltilen Türkfobia ile, Avrupa kendi iç meselelerinin üzerine bir ‘batna cila’ ameliyesine mi giriyor?
Referandumdan evet çıkma ihtimali Avrupa’yı niçin çıldırtıyor? 15 Temmuz darbe girişiminin başarılı olamaması niçin hayâl kırıklığı yaratmışsa onun için mi?
Macaristan’da şöyle bir kalıp olduğunu duymuştum: Birisine ‘nasılsın’ diye sorulduğunda ‘kötüyüm’ derse, ‘Mohaç’tan da mı kötü?’ diye mukabelede bulunulurmuş.
Şimdi efendim, korkunun ecele faydası yokmuş. Ecel geldiği zaman mümkünse gözlerinin içine bakıp ‘hoş geldin’ diyebilmeli.
Türkiye, içinden geçtiği bu ateşli günlerde doğuya da, batıya da, kuzeye ve güneye de epeydir ‘hoş geldin’ diyor.
Başka Avrupa’lar hep mümkün.
Başka Türkiye ise yok bayım.
Hüve’l Bâkî
Geçenlerde bir dostumun büyüğünün cenazesi vesilesiyle bir mezarlığa gittim. Defin vazifesi gerçekleşip herkes dağıldıktan sonra mezarlıktaki bahar havası içinde bir süre oturduk.
Sonrasında ise ölümden/hayattan konuşarak yavaş yavaş mezarlıktan çıkmaya başladık. Okuduğum birkaç mezar taşından geriye bir şey kalmadı. Hayattan geriye ölümün bile kalmadığı gibi. Her şeyin ne kadar da fâni olduğunu, bâkî olanın yalnızca hemen bütün mezar taşı kitabelerinde yazan “hüve’l bâkî” olduğunu bir defa daha müşâhade ettik, galiba hemeninden unutmak üzere…
Gezi edebiyatı
(…) Seyahatnamelerimizin ilk büyük ismi, gezi edebiyatı türünün evrensel çapta önem taşıyan imzası Evliya Çelebî’dir: Viyana’dan Van’a inanılması güç zenginlikte ayrıntılarla, paha biçilmez önemde gözlemlerle dolu “Seyahatname”si yabancı dillere de çevrilmiştir.
Osmanlı’da gezi edebiyatının zenginliğini büyük ölçüde Evliya Çelebi’ye borçlu sayılırız belki; ama imparatorluğun sınırlarının gelişmesinin, merkezde yaşayan insanlara çağrıda bulunduğu, onların meraklarını kamçıladığını da unutmamak gerekir. Keçecizâde İzzet Molla’dan Direktör Ali Bey’e, Sadullah Paşa’dan Namık Kemal’e uzanan gezi metinlerini bu gözden değerlendirmek gerekir.
(…) Bu dönemin gezi edebiyatını iki yönde ele alıp yorumlamak en doğrusu olacaktır: Bize gelenler ve bizden gidenler.
(…) Aksi yönde de gözle görülür bir hareketlenmeye tanık olunur, o dönemde, Ahmet Mithat Efendi, İskandinav ülkelerini ve Paris’i gezip yazar; Abdülhak Hâmid Tarhan hem Doğu’ya, hem Batı’ya açılan geniş ufuklu bir percere olur; Ahmet Rasim Balkan ülkelerine gider, Mehmet Rauf denize açılır; her biri canlı gözlemlerle doldurmuştur sayfalarını.
(…) Gezi edebiyatımız hâlâ ilginç meyveler vermeyi sürdürüyor, son yıllarda. Nuri Pakdil’in “Batı Notları”, Füruzan’ın “İşte Bizim Rumeli”si (…)
Çok okuyan mı daha çok şey bilir, gezen mi? Kendi payıma, kitapların içine düzenlenen yolculuklara onca önem vermeme karşın, gezmenin büyük olanaklar sunduğunu düşünüyorum, kişioğluna. Ama uzaklara gitmek şart değildir: İnsan gezmeye kendi sokağından, mahallesinden, kentinden başlayabilir. Enis Batur-Türkiye’nin Üçlemi-Papirüs yay. (1998)