4.1
Dün sabah sularında 4.1’lik bir “uyarı selamı”nın çakışı ile uyandık ve Marmara bölgesinin hemen her köşesindeki yataklarımızdan şöyle bir doğrulup ne olduğunu birkaç saniye içinde hızla düşünmeye çalıştık.
Sonra hep olduğu gibi uzmanların görüşü canlı yayınlarla ekranlardan akmaya, geçmiş olsun mesajları savrulmaya başladı daha hava aydınlanmamışken.
Ve hafıza hızla 1999 depreminden sonraki aylar süren tartışmalara, görüşlere, alınan kararlara kaydı kendiliğinden.
Depreme hazırlıklı olmak… Yeni ve büyük İstanbul depremi kaçınılmazdı ve ana başlık buydu: “Deprem geliyor, şunları yapmamız lâzım…”
Devletin, Belediyelerin, toplumun, tek tek bireylerin neleri yapması, hangi tedbirleri alması gerektiği konusunda listeler hazırlandı, yasalar, yönetmelikler çıkarıldı ve deprem vergisi diye bilinen paralarla bir fon bile oluşturuldu.
Deprem anında toplanma alanlarından tutunuz, içinde hayatî deprem malzemelerinin bulunduğu konteynırlara kadar; binaların güçlendirilme çabalarından tutunuz yeni yapılarda uyulması gereken standartlara kadar bir dizi işlem hayata geçmeye başladı.
Sonra?
Sonra bazı kağşamalar görmeye başladık. Mesela adam kendi binasındaki derin çatlakları gördüğü hâlde, şöyle bir boyayıp içinde oturmaktan veya kiralamaktan geri kalmadı.
Konteynırlar konulduğu yerlerde bir süre gözümüze çarptı ama nedense sonra yerinde yeller estiğine şâhit olduk. Sonra yıllar içinde öğrendik ki deprem toplanma alanı olarak tesbit edilen yerler de nasıl olduysa yavaş yavaş deve edilip inşaat alanı oluvermiş.
Eh peki. Toplam kalite ve denetleme mekanizmalarının çapı bu kadar demek ki. Ama her nedense bazı alanlarda performans düşüklüğü hiç yok ve göz açtırmıyorlar. Mesela İstanbul’daki çekici terörü hakkında hiç performans eksikliği hissediyor musunuz? Gece ikide bile çalışmayı sürdürüp arabaları çekmeyi sürdrüyorlar, maşaallah, nazar değmesin.
Bodrum’u da ikide bir sel alıyor biliyorsunuz. Arabalar kağıt gemi gibi selin içinde yuvarlanıyor sık sık.
Temel gerçeğimiz sanırım şu: Biz depreme asla hazır olmayacağız. Sel felaketi dediğimiz şeyin felaket kısmını oluşturan sebepler ve yapmamız gerekenler hakkında da gelip geçen bir iki kızgın cümle kurmak dışında pek bir şey yapmayacağız.
Depremin ya da selin veya kasırganın o ilk sıcak anlarında kameralar neyi tesbit etmişse, o anda kim ne konuşmuşsa, o an ve kelimelerle sınırlı bir çerçeveyi boşvermişlik duvarımıza asıp oturmaya devam edeceğiz.
Ateş elbette düştüğü yeri yakacak ve bazı çeneler konuşmaktan elbette yorulacak. Zamanın sonsuz sayıda gibi gözüken çapını ölçemediğimiz dairelerinin içinde mızıldanmayı sürdüreceğiz işte.
Ve sonra varlığını hissettirmek için arada bir kuyruğunu oynatan ejderha ayağa kalktığında biz de sırtüstü uzanıvereceğiz.
O gün hayatta kalanlar konuşmayı sürdürecek. Belki de susarlar , bunu şimdiden ölçemiyoruz.
Ölçemediğimiz şey çok. Kulların hakbilmezliği, hadsizliği ve “kün fe yekûn” ibaresinin sahibi olan Allah’ın sabrı, merhameti.
Lailaheillâhû.
Saygı
Nedense saygı kelimesinin kendisinin de, söylerken, yalnızca bu duygunun yöneldiği muhatap için değil, bu kelimeyi telaffuz eden kimsenin içinde de bir saygı hissi uyandırdığını düşünüyorum. Sözgelimi birine “saygılar” dediğinizde bu kelimenin ağzınızdan çıktığı anda yaydığı atmosferin, muhatap kadar sizi de içine aldığını fark ediyorum. Eğer böyle bir duyguyu siz hissetmiyorsanız, ağzınızdan çıkan kelimeye sizin aslında inanmadığınızı ve bu sebeple bu duygunun karşı tarafa da ulaşmayacağını varsayıyorum.
1945 yılında kurulan bir dernek logosunu görünce düşünmeden edemedim; Bu dernek muhtemelen fesholmuştur ama ifade ettiği anlam çerçevesinin, karşılık geldiğini düşündüğü ve kendisine meşguliyet sahası olarak seçtiği bireysel/toplumsal sorun ya da ihtiyaç alanının ortadan kalktığını zannetmiyorum.
Hatta şehir/insan/toplum ilişkilerinin nitelik ve nicelik değişimleri gözönüne alınırsa bu derneğin değerinin daha da arttığını söylemek mümkün.
Buradan, bugünden bakınca oldukça naif gibi görünen bu logonun ve arka planındaki duyarlılığın, yaşadığımız çağın olağanüstü ‘vahşi’ cangılında da sıradışı çağrışımlar uyandırdığını söylemek mümkün.
Kırmızı mendilli tren
Yurtdışına giden Türklerle ilgili dönemsel fotoğraf, anı, olay ve durumları yayınlayan güzel bir sosyal medya hesabı var : DiasporaTürk. Bu hesap geçtiğimiz günlerde hoş bir şey paylaştı, görmeyenlerin dikkatine sunuyoruz: