11 Eylül 12 Eylül
Reyhanlı’daki katliamın 11 Eylül Amerika İkiz Kuleler’in ‘uçaklanması’ ile bir ilgisi var mıydı? Kuşkusuz evet. Dünyadaki, özellikle Ortadoğu’daki bu amansız herc-ü mercin başlangıç noktası, manivelası 11 Eylül.
O gün İstiklâl’de İbrahim Kiras ve C. Hakan Arslan’la buluşup yemek yemiş, sonra da kahve içmiştik. Ayrılmamızın hemen akabinde caddelerde hararetle televizyon izleyen vatandaşları görüp olaydan birkaç kelime ile haberdar olunca inanamayıp hemen Kiras’ı aramıştım.
Sonra Dünyanın içine girdiği kaotik ortam bizi bugünlere kadar getirdi.
12 Eylül’de ise lise öğrencisiydim.
Sabah minareden gelen bir sesle uyandım. Yabancı bir sesti! Yönetime el koyulduğunu ve sokağa çıkma yasağı olduğunu ilan ediyordu.
12 Eylül’ün ülkede yol açtığı toplumsal değişim ve travmaların da yine içinden geçerek bugünlere geldik.
Ne var bugünlerde?
Ne görüyorsanız o var.
Reyhanlı’daki katliam hiç unutulmadı, zaten unutulmasın diye yapıldığı, arkasında sosyolojik ve stratejik hesaplar bulunduğu açıktı.
Ankara’daki, Suruç’taki, İstanbul’daki terör katliamları da hiç şüpheniz olmasın, öyleydi.
Şimdi MİT’in son olarak Lazkiye ‘de yaptığı başarılı operasyondan sonra ortaya çıkan ve çıkacak olan kimi gerçekler, bazılarının zaten bildiği, bazılarının da henüz öğreneceği şeyler olacak.
Sonra İdlib’e bakacak ve orada kötü şeyler olmaması için dua edeceğiz.
Her şey her şeyle ve her şey eninde sonunda ölümle bağlantılı.
11 Eylül, 12 Eylül hiç yaşanmamış olsa, Dünya ve Türkiye bugünkünden farklı bir yer olur muydu? Bunu ölçemiyoruz.
Bazı çocukların ilk defa okulla tanıştıkları bu günlerde, onlara ilk olarak ne ‘öğretilmeli’?
Adalet mi?
Ya dünyaya bakıp ‘hani nerede’ diye sorarlarsa!
Olur Belki
(…) Zihnimde ağır bir müzik çalıyordu. Usul usul, efendi gibi dayağımı yiyordum. Dayağını yediğim o hikâyeyi de hatırlıyordum artık. O günün sabahında lokantaya çorba içmeye gitmiştim. Menü getiren garsonu daha yaklaşmadan elimle durdurup bir çorba sipariş ettim. Benden önce masaya oturanzadamon bozduğu tuzluk, karabiber ve zeytinyağı kombinasyonunu doğru şekilde tekrar düzenleyip beklemeye başladım. Bir yandan etrafı gözlüyor bir yandan da elemanların sabah mahmurluklarını gözlemliyordum. Şangırt! Kapıdan giren adam daha yerine oturmadan “Bir buçuk bonfile,” dedi. “Yanına da közlenmiş patlıcan.” Yuh. Ben, yeri geliyor et yemeye param olmayınca patlıcan yiyorum; adam bonfilenin yanında patlıcan söyledi.
Çorbamı içerken adamı izledim. Aynen benim yaptığım gibi yemeğini beklerken baharatlıkları ve zeytinyağını düzenledi. Ellerini birbirine sürttükten sonra çatal ve bıçağı alarak beklemeye başladı. Sanıyorum cebinde sadece bu yemeğe ve sonrasında içeceği kahveye yetecek kadar parası vardı. Günlerce çalıştığı hamallık işinden ya da bugünün piyangosundan elde ettiği bir para. Adam bilenmiş. Parayı bulduğu an sabah demeden gelmiş et siparişi veriyor. Benim de canım çekti. Siparişimi değiştirmeyi düşünsem de “Adamdan gördü bu da istiyor,” demesinler diye aklımdan sildim. Çorbamı et yer gibi hissetmeye çalışarak içtim ve çıktım. (…) Yasin Çetin-Olur Belki- Şûle Yay.
Göz Hakkı Sepeti
Yer: Bingöl merkeze bağlı Sarıçiçek köyü.
Adamımız: 63 yaşındaki Ömer Çakır.
Ne yapmış? Elma bahçesinin kenarına “Göz hakkı sepeti” diye bir sepet asıp içini elmalarla doldurmuş. Ki, oradan gelip geçenlerin canı bu elmalardan çekerse, hiç düşünmeden çekinmeden bu sepetteki elmalardan alıp yiyebilsin.
Bu kadar basit, içten ve güzel işte iyilik. Bunu ancak gözü doyanlar yapabiliyor. Yoksa adamın gözü açsa, bin dönüm bağı olsa bir salkım üzüm bağışlayamıyor. O bir salkım üzümde gözü kalan değil, kendisi nasipsiz.