Mutlu ve huzurlu bir bayram dileğiyle…
Kitaplara bakılırsa cumhuriyet egemenliğin vahiy ya da kan bağından kaynaklanmadığı bir yönetim biçimi. Geleneksel olarak monarşi karşıtlığında tanımlanmış, sonra biraz demokrasiyle ilişkilendirilmiş, yakın zamanlarda da liberalizmle karşılaştırılmış. Etimolojik kökeninin Yunanca’daki politeia’dan kaynaklandığı, ilk kez Çicero tarafından res publica diye Latince’ye çevrildiği, Rönesans yazarlarının “republic”, yani cumhuriyet terimini kullanmaya başladığı söyleniyor.
İlk kullanımından bu yana da anlamının değiştiği biliniyor. İyi bir şey olduğunu iddia eden de var, cumhuriyetlerin tiranlığa yani baskıcı rejimlere dönüşme potansiyeli taşıdığına inanan da. Eskiden de yaygın bir yönetim biçimi olmasına karşın Birinci Dünya Savaşı sonundan itibaren başlayan imparatorlukların çöküş ve küçülüşüyle sayıları iyice artmış. Bugün monarşinin olmadığı hemen her yer cumhuriyet olmuş.
Fakat her yer ne yazık ki demokrasi olamamış. Benzeri tabii ki monarşiler için de geçerli. Bazıları demokratik yöntemlerlerle, halkın karar verme süreçlerine katılımı, azınlık haklarının korunması, insan haklarına saygı duyulmasıyla yönetilirken, bazıları muhaliflerini konsolosluklarında parçalayıp yok edebiliyor. Adında demokrasi olan bazı ülkeler de aslında demokrasiyle uzak ya da yakın hiç ilişkisi bulunmuyor. Demokrasi meşruiyet sağlayıcı sıfat olarak kullanılıyor.
Ama ilginç bir şekilde demokrasi övülürken cumhuriyet bizim dışımızda çok az yerde bu kadar önemseniyor. Bu da sanırım biraz bizim devletle cumhuriyeti özdeşleştirmemizden, biraz kuruluş anlatısının cazibesine kapılmamızdan, en çok da laikliğin güvencesi olarak cumhuriyeti görmemizden kaynaklanıyor. Doğal olarak tam tersini düşünenler de var. Zaten onların varlığı ve iddiası cumhuriyete atfedilen önemin artmasına yol açıyor.
Belki de bu yüzden Cumhuriyetin 100’üncü yıldönümünde geçen koca bir yüzyıldan çok o yüzyılın başlangıcına, bir büyük savaştan mağlup çıkan imparatorluğun yerine kurulan yeni devletin ilk günlerine odaklanıyoruz. Geleceği geçmişin ihtişamında, güçlü liderliğinde ve kurtarıcılığında arıyoruz. Kim bilir belki de marşlar söyleyerek saflarımızı sıklaştırıyoruz, kendimize olan güvenimizi duyduğumuz çoşkuyla pekiştiriyoruz.
Ki bunda garipsenecek bir şey yok. İnsanları bir arada tutan bağlar tam da bu şekilde yaratılıyor, kutlamalar, kutsamalar ve ortaklaştırılan tarih anlatılarıyla tasarlanmış cemaatler, milletler ve hatta Avrupa örneğinde olduğu gibi bölgeler kurgulanıyor. Dünyanın geri kalanı her gün kendini tarihine atfettiği özgünlüğü, ötekisi diye tanımladığı hasmıyla yeniden tanımlarken, bizim de başka türlü olmamız, tarihimizin sunduğu imkanları görmezden gelmemiz anlamsız.
Ben yine de resmi ama özellikle de gayri resmi kutlamalarda, yazılan şarkı ve marşlarda, düzenlenen etkinliklerde demokrasi vurgusunu, cumhuriyeti kurucu liderliğin istisnai özellikleri ötesine taşıyan anlayışı görmek, hissetmek isterdim. Ne de olsa şu an tehdit altında olan cumhuriyet değil demokrasi. Çünkü kimsenin monarşi istediği, Osmanlı hanedanından biri başımıza geçsin dediği yok.
Ancak otoriterleşme eğilimleri sadece Türkiye’de değil dünyada yükselen bir “değer”. Adına ister aşırı sağ deyin, ister popülizm, ister din adına tahakküm İran’dan Amerika’ya, Macaristan’dan İsrail’e pek çok ülke demokratik erozyonun tehdidi altında. Ayrıca unutmayalım ki ifade özgürlüğünün farklı biçimlerde kısıtlandığı, hukukun üstünlüğünün hala tartışmalı olduğu, AİHM kararlarına uymaktan imtina edildiği bir ülkede yaşıyoruz.
Evet, kuruluşundan bu yana kat ettiğimiz mesafe ciddi. Tüm sorunlarımıza rağmen işleyen bir ekonomimiz, ileri sayılabilecek bir askeri teknolojimiz oldu. Türkiye yüzyıl öncesinde olduğu gibi güvenliği ve bekası tehdit altında olan bir ülke değil. Baş edemeyeceğimiz hemen hiç bir tehdit yok. Dünya siyasetindeki dalgalanmaları genelde iyi okuyor, çıkar ve beklentilerimizi büyük ölçüde karşılıyoruz.
Ama hala demokratikleşemedik. Bir kaç deneme gerçekleştirsek de bazen darbelerle, bazen de siyasi tercihlerle demokrasiye ara verdik. 2002’de yeni bir atılım yaptık, son 10 yıldırsa giderek gerilemeye, uluslararası endekslerde ve fiili hayatta aşağı sıralara inmeye başladık. İnsan ve her türlü azınlık hakkına karşı daha az duyarlıyız, öncülüğünü yaptığımız kadın hakları sözleşmesinin bile artık dışındayız.
Umarım bundan sonra, yani cumhuriyetin bir sistem olarak güvende olduğunu anladıktan ve kurucu liderliğe hakkettiği saygı ve sevgiyi gösterdikten sonra demokrasiyi de konuşmaya, eksiklikleri için benzer hassasiyeti göstermeye başlarız. Çünkü demokrasi ve onun mütemmim cüzü insan hakları hepimizin için önemli. Geleceğin Türkiyesi’ni inşa etmek, daha güçlü ve daha etkili, dünya siyasetinde söz sahibi bir ülkede yaşamak isteyenler içinse özellikle önemli.
Diğer yandan bu tespitlerin hiç biri bugünün tadını çıkartmayalım, Gazze’deki insan kıyımı başta olmak üzere çevremizde yaşadığımız sorunlar nedeniyle cumhuriyetimizin yüzüncü yılını kutlamayalım, kutlamalara katılmayalım anlamına gelmiyor. Böylesine bir yıl dönümü yüz yılda bir geliyor. Tabii ki kutlayalım. Ama aklımızın bir yerlerinde de demokrasi sorunsalını bulunduralım, geçmişimizi başarıları kadar sorunlarıyla da kabullenelim. Mutlu, huzurlu bir Cumhuriyet Bayramı dileğiyle…