Mültecilere karşı olmak…
Mülteciliğin tarihi çok eski. İnsanlar baskı gördükleri veya yaşamaktan mutlu olmadıkları yerden başka bir yere hep göç etmişler.
Göç hemen her zaman giden için de gidilen için de sorun olmuş. Bazen savaşlar yaşanmış, bazen de insani trajediler. Bugün göç almamış, demografik yapısı değişmemiş hemen hiçbir yer yok. İzlanda bile göçlerden bir şekilde nasibini almış. İsveç ve Norveç de öyle.
Türkiye deseniz zaten göç yolları üstünde ve sorunlu bir coğrafyanın tam ortasında. Ne yaparsak yapalım birileri mutlaka bize sığınmak isteyecek, bir kısmı da geçiş güzergahı olarak görecek. Bugün Suriyeliler olacak, yarın Afganlar ya da başkaları. Komşumuz Avrupa da biz ne dersek diyelim demografik yapıları değişmesin, rahatları kaçmasın diye onları bizde tutmak için elinden geleni yapacak.
***
Tedbir almak tabii ki şart. Duvarların örülmesi caydırıcı olabilir, geçişleri bir miktar engelleyebilir ama hayatını kurtarmak ve yeniden kurmak zorunda hisseden insanları durdurmaz. Bizim önceliği entegrasyona ve bir ölçüde de iskân politikalarına vermemiz gerekir. Zaten Türkiye’de 5 milyona yakın zulümden, zorluktan kaçan insan var. Onları ilelebet ucuz işgücü deposu olarak görüp sömürmeye devam edemeyiz.
Türkiye şu ankinden daha kapsamlı bir plan hazırlamak ve ülkeyi gelebilecekler için cazibe merkezi haline dönüştürmeden var olanları sistemine entegre etmek zorunda. Yapılması gerekenler de çok zor değil. Mesela kayıt dışı çalışmayı kayıt içi hale getirsek, göçmenleri, sığınmacıları ve çalışmak isteyen tüm yabancı kökenlileri sigortalı yapıp, kaçak işçi çalıştıran işyerlerine ağır cezalar öngörsek, ekonomi bir süre sarsılır, daha doğrusu işverenler daha az para kazanır ancak ülke istikrara kavuşur, şikayetlerin büyük kısmı biter.
Ama sorun Bolu’da olduğu gibi sığınmacıların mali müeyyideye tabi tutulmasıyla çözülemez. Ülkesini ardında bırakıp Türkiye’ye sığınan insanlara eziyet etmekle, onların niye ülkelerinde kalıp ölmediklerini sormakla ise hiç çözülemez. Siyasetin üreteceği çare buraya sığınmak zorunda kalanları elden geldiğince rahat ettirmek, ülkelerine dönebilecekleri zemini yaratmak için çalışmaktır.
Yapılması gereken bir başka şey de üstümüzdeki yükün her anlamda adil paylaşımı için çaba harcamaktır. Yöntemini beğenmesek de Türkiye bu çabayı harcamış, az ve yetersiz dahi olsa AB’den kaynak sağlamıştır. İktidarın da, muhalefetin de amacı bu kaynak akışını sonlandırmak değil arttırmak olmalı. Avrupa ülkeleri yaratılmasında payları olan sorunların sonucunda ortaya çıkan göçten doğan her türlü yükü paylaşmaya teşvik edilmeli.
Biz AB’den para istemiyoruz demekle ne AB’ye üye olabiliriz ne de sığınmacı akışını durdurabiliriz. AB üyeliğin görünür ve görünmez hiçbir koşulu sığınmacıları için verilen desteğin kesilmesi değil. Sınır kapılarını açarak, Ege’den geçişe göz yumarak da AB üyesi olamayız. Avusturya Başbakanı’nı eleştirelim ama pireye kızıp yorganı yakmayalım, yakılmasını talep etmeyelim. Türkiye’nin bu tür duygusal tepkilerin ötesinde bir stratejiye ihtiyacı var.
Hepsinden önemlisi de Türkiye’nin hoşgörüye, kendi geçmişiyle ve tarihiyle yüzleşmeye ihtiyacı var. Balkanlarla Suriye bir değil, imparatorluk çöküşünün yüküyle Afganistan’ın yükü karşılaştırılamaz demekle sorumluluktan kurtulamayız. Empati yapmak, biz aynı şartlarda yaşamış olsaydık neler hissederdik diye düşünmek zorundayız. Unutmayalım ki bu ülkede yaşayan çok az insan bulunduğu yerin otokton halkıydı.
***
Benim ailemin bir tarafı Kafkaslara, diğer tarafı Balkanlara dayanıyor. Onlar da tıpkı Suriyeliler, Afganlar ve diğerleri gibi savaşlardan kaçıp buralara gelmişler. Biraz araştırırsanız eminim siz de kökeninizde göç olduğunu görürsünüz. Göçmenliğin keyfiyet değil mecburiyet olduğunu anlarsınız. Eğer çok zorlanırsanız Almanya’daki, Fransa’daki akrabalarınızı düşünün. Onların çöp ya da su vergilerinin arttırılmasına tepki gösterip göstermeyeceğinizi hayal etmeye çalışın.
Daha da zorlanırsanız Filistinli mültecileri, onları çektiklerini, denizde batan tekneleri, ölen çocukları gözlerinizin önüne getirin. Yetmiyorsa Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismäki’nin 2017’de çektiği, merkezine Suriyeli bir mülteciyi koyduğu filmi izleyin. O da olmazsa mültecilerin yazdıkları romanları okuyun. Hala ikna olmadıysanız Mahmud Derviş’ten bir şiir deneyin. Ya da sadece biraz düşünün, insanlık nerde başlar, nerede biter diye…