Kıbrıs’ta statüko sarsılırken
Statüko bilindiği gibi var olan durum, denge demek. Genellikle uzun süre değişmeyen dengeleri, taraflardan bir ya da bir kaçının lehine olan durumu tanımlamak üzere kullanılıyor. Statükodan bahsedildiğinde peşinden değişim kelimesi geliyor. Çünkü değişim ihtiyacı olmadan statükonun tanımı zaten gerekmiyor. Var olan durumdan yararlananlar statükonun varlığını dahi inkar edebiliyor.
Kıbrıs’taki statüko ise 1963 sonunda başlayan 1974’de sınırları belirlenen ama BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıslı Türkleri korumak maksadıyla aldığı bir kararın (1964/186) yorumuna istinaden Rumları adanın sahibiymiş gibi gösteren anlayışa dayanıyor. Rum tarafı bu üstünlüğünü Türklerle paylaşmamak, yürürlükte olan 1959-60 antlaşmalarıyla kurulmuş ortaklık cumhuriyetini yeni koşullara uyumla canlandırmamak için elinden geleni yapıyor.
Güney Kıbrıs liderliği Kıbrıs Türklerinin ve tabii ki Türkiye’nin zayıf düşeceği, direnemeyeceği zamana kadar beklemek istiyor. Biliyor ki statüko kendilerine hizmet ediyor, AB üyeliği sayesinde Türkiye’nin üstünde baskı oluşturuyor, sonsuz ve sınırsız görüşmelerle çözümden umudu, beklentisi olanları oyalayabiliyor. Nisan 2004’de Annan Planı referandumunda, Ekim 2017’de Crans-Montana görüşmelerinde olduğu gibi çözümden son anda vazgeçebiliyor.
***
Buna karşılık Türk tarafı da statükoyu sarsıcı inisiyatifler geliştiriyor, Crans-Montana’da donan, Rum tarafının iyi niyetine bırakılan çözümü zorlayacak tedbirler alıyor. Bir yandan Akdeniz’deki hareket alanlarını kısıtlarken, diğer yandan da Maraş’ı eski sahiplerine açma teklifiyle çözümü zorluyor, beklemeye tahammülün kalmadığını, iki toplumlu-iki kesimli çözüm olmayacaksa iki devletli çözümün düşünülmesi gerektiğini söylüyor.
Rum tarafı pes eder mi, politikalarından vaz geçer mi derseniz cevabım hiç sanmam olur. Onlar muhtemelen hala AB’ye dayanmayı, Macron Fransa’sı ile geliştirdikleri özel ilişkilerden ve Biden‘ın Rumlara karşı hassasiyetinden yararlanmayı, İsrail ve Mısır’la kurdukları dengenin ağırlığıyla Türkiye üstünde baskı kurmayı düşünüyorlardır.
Türkiye’nin dünyadaki algısının da onlara yardımcı olmayacağını söylemek zor. BM müktesebatı da ne yazık ki Rumların yanında. KKTC’nin devlet olarak tanınmasını yasaklayan Güvenlik Konseyi kararları (183/541, 1983/544, 1984/550) var. Tanıma olmadan da iki devletli çözüm, çözüm olmuyor.
Geçtiğimiz günlerde 37’inci kuruluş yıldönümünü kutladığımız KKTC devlet olarak sahip olması gereken tüm özelliklere sahip olduğu halde dünyada devlet diye tanınmıyor. İki devletli çözüm için de tıpkı iki kesimlisi gibi müzakere etmek, Rum tarafını bulunacak çözümün meşru ve kendi çıkarlarına da hizmet eder nitelikte olduğuna ikna etmek gerekiyor.
Bu da kolay değil. Benim tahminim iki kesimliliğe rıza göstermeyen Rum liderliğinin iki devletli çözümü kabul etmeyeceği, 1974’e milat dersek bir 46 yıl daha beklemeyi, sorunu gündemde tutarak seçim kazanmayı, ebadına rağmen bölgesinin önemli ülkesi olarak kalmayı seçeceği yönünde. Ama ancak kayıpları da göze almayı kabullenerek.
***
Belki farkında değiller fakat 1955’den bu yana aldıkları hiçbir tedbir, geliştirdikleri hiçbir inisiyatif onların durumunu güçlendirmedi. 1963’de anayasayı değiştirmek yerine uygulamayı seçselerdi 1974’de ada bölünmeyecekti. 2004’de Annan Planını kabul etselerdi ya da daha sonraki görüşmelerde çözüm için samimi ve gerçekçi bir çaba gösterselerdi, iki devletli çözümden bahsedilmeyecekti.
Şimdi de Cumhurbaşkanı Erdoğan Maraş’ı ziyaret ederek uluslararası normları ihlal etti diye eleştiriyorlar. Oysa asıl görmeleri gereken Maraş’ın ellerinden gittiği, yakın zamana kadar güven arttırıcı önlem olarak talep ettikleri bölgenin KKTC kontrolünde yerleşime açılma yolunda ilerlediği. Cyprus Mail’de Evie Andreou’nun üç gün önce yazdığı habere göre 1974’de mallarını terk etmek zorunda kalanlar artık çözüme değil KKTC’de oluşturulan Taşınmaz Mal Komisyonu’na güveniyor.
Evet, tazminatların bize ve bir ölçüde de KKTC’ye yük olacağına şüphe yok. Ancak tazminatta kullanım kaybının olmaması, en azından AİHM kadar bonkörce dağıtılmaması, iki kesimli çözüm halinde verilecek bölge olması yüzünden Maraş’taki mülkiyet sorunun tazminattan çok iadeyle çözüleceğini söyleyebiliriz. Bu da iadeyi kabul edenlerin işletmeye geçmesi, otellerin açılması, bir zamanların cazibe merkezi olan Maraş’ın, yani aslında Magosa’nın varoşunun yeniden canlanması, GKRY’nin elindeki bir kozun daha tarihe karışması anlamına gelebilir…