Hibrit bir eğitim modeline doğru…
Yarın ilkokullar, ortaokullar ve liseler, birkaç hafta içinde de üniversiteler açılıyor. Salgın hala bitmediği, etkileri hissedildiği için yeni dönem eskisinden farklı olacak, en azından üniversitelerde karma bir eğitim modeli uygulanacak. Bazı dersler çevrimiçi, bazı derslerde de hem çevrimiçi, hem de yüz-yüze yapılacak. Kameralar, bilgisayarlar yine kullanılacak. Sınavlarsa salgının seyrine bağlı olmakla birlikte sınıflarda, amfilerde olacak.
Amaç sosyal teması minimuma indirgemek, aynı zamanda eğitimin sınıfta yapılması mutlaka gerekli olan kısımlarını sınıfta yapmak. Laboratuvarları, çizim odalarını kullanabilmek. Hepsinden önemlisi de hoca ile öğrenciyi fiziksel olarak bir araya getirebilmek. Umarız YÖK’ün geçtiğimiz günlerde yayınladığı kılavuzda önerdiği tedbirler her yerde, her okulda alınır, öğrenciler ve hocalar tedbirlere riayet eder, uygulamadan da beklenen optimum fayda sağlanır.
***
Ben prensip olarak yüz-yüze eğitimden yanayım. Öğrencinin gözlerine bakarak anlatmayı, duygularını yakalamayı, konuya onları çekmeyi, çekebilmeyi tercih ederim. Salgın öncesinde gelen online ders geliştirme tekliflerine hiç sıcak bakmadım. Dünya siyasetinin, tarihinin, teorisinin, pratiğinin bilgisayar, tablet ya da stüdyo kamerasına bakarak anlatmanın, anlattıklarımı aktarmanın mümkün olmadığına inandım.
Covid beni ve benim gibi düşünen dünyadaki yüzbinlerle “hocayı” bu yöntemi kullanmaya mecbur etti. Kimimiz Zoom’dan, kimimiz Sakai platformu üstünden, kimimiz de adını daha önce hiç duymadığımız bambaşka mecralardan öğrencilerimize hitap etmek zorunda kaldık. Sanırım çoğumuz mutlu olmadık. Ancak bu yöntemi öğrenmeye, faziletlerini keşfetmeye başladık. Görünen o ki sadece şimdi değil salgın sonrasında da bu araçları kullanmaya devam edeceğiz.
Çünkü artık hayatımızın bir kısmı, hatta büyük bir kısmı online olacak. Evden çalışma şimdiden pek çok büyük şirket için tercih edilir bir yöntem haline geldi. Masraflar kısıldı, zaman tasarrufu sağlandı. Üstelik de verimlilik düşmedi. Pek çok işi ofiste olmadan yapmanın mümkün olduğu anlaşıldı. Performans ölçmenin kriterleri değişti. Evraklar bile elektronik imzalanıyor. Kalem yerini USB çubuklarına, telefon şifrelerine bırakıyor.
Çalışma hayatının da ötesinde günümüzün önemli bir bölümü çevirim içi olarak geçiyor. Telefon, tablet ya da bilgisayarlarımızda oyunlar oynuyor, sosyal medya üstünden haberleşiyor, eleştiriyor, kızıyor, üzülüyor, tepkilerimizi ortaya koyuyor, taleplerimizi dillendiriyoruz. Twitter siyaset meydanı, Facebook aile ortamı, Instagram hedonist arzular mecrası haline geldi. Kendimizi ifade etmek için “sokağa” olan ihtiyacımız azaldı.
Sokakta yürürken bile Google Maps, Yandex kullanıyoruz. Adımlarımızı uygulamalarla sayıyoruz. Akıllı televizyonlarımızda Netflix, Mubi, AppleTV, Amazon Prime seyrediyoruz. Hava durumunu telefonumuza bakarak öğreniyoruz. Çok azımızın evinde, balkonunda termometre ya da barometre kaldı. Otobüs, gemi saatleri, tiyatro, gösteri ve sinema biletleri artık cebimizdeki telefonda. Toplanmak için Zoom’a, veya Teams’e, konuşmak için Clubhouse giriyoruz.
Kitap için kütüphaneye ya da kitapçıya gitmek gereği her geçen gün azalıyor. Kitapları, dergileri, gazeteleri online olarak okuyabiliyor, basılısından çok daha makul fiyatlara elektronik aletlerimize saniyeler içinde indirebiliyoruz. Eskiden olduğu gibi Guardian ya da New York Times için günlerce posta beklemek, okumak için servet ödemeyi göze almak zorunda değiliz. Gazetelerin kendi uygulamaları dışında PressReader, Dergilik ve diğerleri bize yeni kapılar açtı.
Eğitim için de benzeri geçerli. Özellikle eğitimin İngilizce yapıldığı bölümler, programlar için YouTube’da, iTunes U’da ve daha pek çok ücretli, ücretsiz uygulamada sunulan müthiş imkanlar var. Eğitimciler, hocalar olarak tek yapmamız gereken bu imkanları araştırmak, öğrencilerimizi onları kullanmaya, onlardan yararlanmaya teşvik etmek. Khan Academy, edX, Coursera ve daha niceleri bizleri ve öğrencilerimizi bekliyor.
Bazen saatlerce anlatarak aktaramayacağımız bir bilgiyi 10 dakikalık kısa bir videoyla, onun animasyonlarıyla, diliyle, çarpıcılığıyla daha kolay aktarabiliyoruz. Öğrencilerimizin kitaplarını, makalelerini daha kolay okumalarına yardımcı olabiliyoruz. Blinkist’teki kitap özetlerinden, Script’teki, Kindle’daki, Kobo’daki kitaplardan, kaynaklardan yararlanmalarını, Spotify’da müzik kadar alanlarını ilgilendiren ‘podcastleri’ dinlemelerini isteyebiliyoruz.
***
Tüm bunları eğitim ‘onlineleşmeden’ önce de yapabiliyorduk. Fakat sanırım öğrencilerimizi ikna etmemiz, onları sanal ağda olan kaynak ve imkanlara yönlendirmemiz bu kadar kolay olmuyordu. Salgın başta kaybettiklerimiz olmak üzere bizden çok şey götürdü. Ama aynı zamanda çok şey de getirdi. Zamanın akışını hızlandırdı. Yeni eğitim, çalışma ve yaşam modellerine geçişimizi çabuklaştırdı. Salgın bitince hayata bıraktığımız yerden değil bulduğumuz yerden başlayacağız.
Eğitim de farklı olmayacak. Bir kısmı yüz-yüze, bir kısmı da tıpkı şimdiki gibi online devam edecek. EBSCO, JSTOR cinsi veri tabanları daha çok kullanılacak. Kameralar, bilgisayarlar, tabletler, telefonlar kapanmayacak. Bana kalırsa hocalar ve eğitimciler, biraz da aileler ve öğrenciler olarak eskiyi aramak yerine yeniye uyum sağlamayı, yeninin sunduğu imkanlardan en etkin şekilde yararlanmayı öncelemeliyiz, öncelemeyi düşünmeliyiz. İyi, huzurlu ve umutlu bir Pazar günü dileğiyle…