Coğrafi ağırlığımız artarken…
Devletler birbirleriyle olan ilişkilerinde bazen ceza, bazen mükafat vadederler, bazen de sahip oldukları kozları pazarlıklarında, hepsinden önemlisi de algılarının oluşmasında, ikna güçlerinin pekişmesinde kullanırlar. Coğrafya bu kozların başında gelir, bulundukları konum başkaları tarafından önemli addedilince güç çarpanları artar, pazarlık şansları yükselir. İstedikleri bir şeyi yaptırmaları, istemediklerini yaptırmamaları daha kolay olur.
Ancak bu kozun kullanılabilmesi için bulunduğunuz konumun dünya siyasetinin ana ekseni açısından anlam ifade etmesi gerekir. Mesela 20.yüzyılın başında olduğu gibi İngiltere ile Rusya iyi geçinirken, onlar için tehdit Almanya’dan gelirken Boğazlara sahip olmak siyasi sonuç doğurmaz. Türkiye’nin jeopolitik kavramıyla özetlenen coğrafi öneminin idrak edilmesi devrin Akdeniz-Karadeniz dengesini önemseyen büyük güçleri arasında gerilim yaşanmasıyla olur.
Soğuk savaşlar, krizler, gerilimler Türkiye gibi ülkelerin kendilerinden daha güçlü ülkelerle olan ilişkilerinde fırsatlar sağlar. Çünkü büyük devletler, aslında bütün devletler çıkarlarını dengeleyecek dayanak noktaları ararlar. Önce hiç fedakarlık yapmadan, bulundukları konumdan, siyasi duruşlarından taviz vermeden muhataplarından kendilerine, çıkar ve beklenilerine saygı ve uyum beklerler. Sonra da durumlarını tartıp kendileri için neyin önemli olduğuna karar verirler.
Eğer coğrafi konum önemliyse pazarlığa girişip o konuma sahip olan ülkenin beklentilerini karşılayacak adımlar atarlar. Değilse zaten çok şansınız yoktur. İstediklerinizi elde etmek ya da caydırıcı olmak için başka kozlarınızı devreye sokmanız gerekir. Etkilemeye çalıştığınız ülke ya da ülke gruplarıyla değerleriniz ortaksa, sizi farklı nedenlerle önemsiyorlarsa, diyelim ki bundan 10 yıl kadar önce olduğu gibi dünyaya bir emsal sunabiliyorsanız şansınız biraz daha fazladır.
Hiç biri yoksa, son dönemde yaşadığımız gibi zorlanırsınız, ambargolara, müeyyidelere tabi tutulursunuz. Müttefikleriniz en temel çıkarlarınızı bile görmezden gelir. Teröre karşı savaşırken size zarar veren gruplarla, kendilerinin dahi terörist olarak gördükleri örgütlerle amaca özel ittifaklar kurarlar. Coğrafi değeriniz artana veya başka bir alanda onların algılarında yer edinene kadar pazarlık ettiğiniz konular havada kalır. Israrlı çabalarınız sadece not edilip bırakılır.
Siz de teselliyi içe kapanmada, yeni ittifaklar aramada bulursunuz. Bizim yaptığımız gibi Rusya ile hem rekabet edip, hem de işbirliği alanlarını geliştirirsiniz. Fakat etkilemeye çalıştığınız muhatap ya da muhataplarınızın gözünde öneminiz azaldıkça bu politikanız da işlevsiz hale gelir. İstediklerinizi elde etmek için başlattığınız süreç istedikleriniz daha az elde edebileceğiniz bir sarmala dönüşür. Muhataplarınız sizi tehdit olarak görmeye başlar.
Algınızı değiştirecek bir şey olmadığı ya da yapmadığınız takdirde hedeflediğiniz amaca ulaşmaktan uzaklaşırsınız. Belirsizlik içinde yaşarsınız. Güç kullanmak ya da güç kullanma tehdidinde bulunmak zorunda kalırsınız. Değişimi ise bazen bir kitlesel göç krizi tetikler, mesela Almanya sizi AB projesinin kurtarıcısı olarak görür. Bazen siz değişir, yumuşarsınız, komşularınızla iyi ilişkiler önerirsiniz.
Bazen de çok uzak bir yerde, diyelim ki Afganistan’da oynadığınız rol takdire şayan bulunur. Ama asıl kırılma noktası coğrafyanızın takdir edileceği andır. Ne de olsa coğrafya ABD, Rusya başta olmak üzere dünya siyasetinde ağırlığı olan pek çok devlet için ana değişkendir. Ukrayna’da olanlar Boğazların önemini ticari trafiğin, yalılarının ve manzarasının ötesinde hatırlattığı anda dengeler değişmeye başlamış demektir.
Şimdi yavaş yavaş böyle bir döneme giriyoruz. Etkilemeye, çıkar ve beklentilerimize karşı hassas olmaya teşvik ettiğimiz Amerika Türkiye’nin coğrafi konumunu, Boğazlarını ve hepsinden öte Montrö Sözleşmesi’ni tartışmaya ve konuşmaya başladı. Foreign Affairs’de çıkan Angela Stent’in “Russia’s Battle for the Black Sea” makalesi konusunun öncülerinden sayılabilir. Stent Rusya’nın bu denizde artan ağırlığından söz ederken Türkiye’nin önemine de değiniyor.
Eminim bunu diğerleri takip edecek, Putin’in genişleme stratejisinden rahatsız olan Amerikalı yazarlar, kanaat önderleri ve gazeteciler Türkiye’nin önemine atıfta bulunacak. Montrö Sözleşmesi engel olarak görülecek. Ya da Stent’in yaptığı gibi Kanal İstanbul ile birlikte Montrö kısıtlarından kurtulunulacağı varsayılacak. İnşaat bitince savaş gemilerinin Karadeniz’e kısıtsız geçebileceği söylenecek.
Ben Türkiye’nin içeriğine katılsa da katılmasa da bu tartışmadan fayda üretmesi gerektiğini düşünüyorum. Tartışmanın derinleşmesinde, daha da önemlisi Türkiye’nin coğrafi konumundan yararlanmanın karşılıksız olmayacağının anlatılmasında yarar var. Türkiye hem Montrö’yü korumalı, hem de coğrafi konumunun önemini tescil etmeli. Boğazlar, Karadeniz ve Montrö üstüne mümkün olan en kısa zamanda yarı akademik toplantılar düzenlenmeli.
Angela Stent’in bağlantılı olduğu Brookings, Brookings’in kapı komşusu Carnegie ya da Washington’un bir başka etkili düşünce kuruluşu Center for American Progress bu tür toplantıların düzenlenebileceği yerlerin başında geliyor. Biliyorum diyeceksiniz ki coğrafyaya atfedilen önem insan haklarına verileni azaltır. Haklısınız ama bu kısır döngünün, Türkiye’nin en etkili müttefikinin Türkiye’nin çıkarlarını görmezden gelme sorununun aşılması gerekiyor.
Onlar bizden uzaklaştıkça biz onlardan daha çok uzaklaşıyoruz. Demokrasi ve insan hakları başta olmak üzere ortak olduğu söylenen değerler değer olmaktan çıkıyor. İçimize kapanıp dünyadan soyutlanıyoruz. Kaldı ki çözülmesi gereken sorunların çoğu da AK Parti iktidarının sorunları değil. Nihayetinde Suriye’den, Kıbrıs’tan, Doğu Akdeniz’den, iktidara kim gelirse gelsin korumaya çalışacağı dünyanın farklı bölgelerindeki askeri ve siyasi varlığımızdan söz ediyoruz…