Çıkarlar da değerler de önemli...
Devletler istedikleri bir şeyi yaptırmak ya da istemedikleri bir şeyin yapılmamasını sağlamak için mükafat ve cezalandırmayı yöntem olarak kullanırlar. Bazen imtiyaz tanırlar, ekonomik imkanlar sunarlar, bazen askeri güç kullanımı dahil yaptırım tehdidinde bulunurlar.
Çok yıllar önce Britanyalı teorisyen Steven Lukes’un bize gösterdiği gibi bazen de pazarlık etmelerine, konuşmalarına hiç gerek kalmadan istediklerini alırlar. Çünkü muhatap gücü içselleştirmiş, talep kendi meşruiyetini çoktan sağlamıştır.
Dünya siyasetine konu olanlarsa genellikle içselleştirilmeyen, pazarlığa, krize, zaman zaman da savaşa neden olan taleplerdir. Devletler ne kadar güçlüyse talepleri de o kadar fazla olur, çoğu da meşru bir zemine dayanmaz.
Mesela Amerika bizden tek taraflı, kendi egemen iradesiyle uygulamaya koyduğu yaptırımlarına uymamızı yoksa yasalarını bize uygulayacağını söyler. BM Güvenlik Konseyi tarafından alınmamış İran’a, Rusya’ya karşı yaptırımlarına uymamızı bekler, uymayınca da bize yaptırım uygular.
Neyse ki sorunların çoğu pazarlıkla, tara flardan en az birinin maliyet hesabı yapmasıyla çözülür. Dünyada aynı anda bildiğimiz ve diplomasinin doğası gereği bilmediğimiz binlerce sorun birden yaşanır. Çok azı tırmanıp kriz ya da savaş haline dönüşür.
Ancak devletler pazarlık pozisyonlarını güçlü kılmak için bir yandan maksimalist taleplerini gündemde tutarken, diğer yandan yapmak istemeyecekleri şeyleri bile yapacakmış gibi yapmaktan kaçınmazlar. Tatbikatlar düzenlerler, güç gösterisinde bulunurlar, birbirlerini eleştirirler, tehdit ederler.
Askeri ve ekonomik anlamda güç asimetrisi bulunulan durumlarda da ittifaklarını, coğrafi konumlarını ya da karşı tarafın çok istediği bir şeyi koz olarak kullanırlar. Kısacası dünya siyasetinde herkes çıkar ve beklentilerini korumak için açık veya örtülü bir şekilde pazarlık eder, elindeki imkanları kullanır.
Pazarlık istisna değil kuraldır. Aksi takdirde edilgen olmanız, başkasının iradesine boyun eğmeniz kaçınılmazdır. Türkiye de oldum olası pazarlıkçı bir ülke olmuş, bir kaç istisnai durum dışında en zor şartlar altında dahi müzakere etmekten, sorunlarını çözmek ve çıkarlarını korumak için elindeki imkanları kullanmaktan kaçınmamıştır.
İmparatorluk döneminde de cumhuriyet döneminde de bunun sayısız örneği mevcuttur. Ruslarla, İngilizlerle, Amerikalılarla, Almanlarla büyük stratejik pazarlıklar yapılmıştır. Tereddütü olanlara Selim Deringil’in İkinci Dünya Savaşı’ndaki Türkiye’nin dış politikasını anlatan kitabını sonuç çıkartabilecekleri bir emsal olarak okumalarını öneririm.
İç politikaya endeksli retorik tırmandırmaları arasında kaybolsa dahi günümüzde de Türkiye Suriye’den Libya’ya kendini ilgilendiren pek çok konuda ve Amerika’dan Ukrayna’ya muhatabı pek çok aktörlerle pazarlık etmekte, çoğu meşru çıkar ve beklentilerini Boğazlarından askeri gücüne elindeki araçlarla korumaya çalışmaktadır.
İsveç ve Finlandiya ile sürdürülen NATO üyeliği müzakereleri de bu geleneğin, bu anlayışın, devlet pratiğinin parçasıdır. İki ülkenin algıladıkları Rusya tehdidi karşısındaki üyelik talebi Türkiye için hem bu iki ülkeyle olan sorunlarını beklentilerine en yakın şekilde aşmak, hem de üyeliklerini destekleyen Amerika ile olan sorunlarını çözmek için fırsat yaratmıştır.
Türkiye bu iki ülkeden ama özellikle İsveç’ten teröre desteğini kesmesi, suçluların iadesi gibi taleplerde bulunmuş, ülkenin anayasasının değişimi de dahil istediklerinden bazılarını elde etmiştir. Amerika’nın F16’lar konusunu çözmek için sergilediği siyasi iradenin en azından bir kısmının bu iki ülkenin üyeliğine verilecek Türkiye onayıyla ilgili olmadığını söylemek de zordur.
Kabul etmemiz gereken bu pazarlığın ilelebet sürmeyeceği, Türkiye’nin tüm istediklerini elde edemeyeceğidir. Diğer yandan unutulmaması gereken bir başka nokta da Türkiye’nin vereceği onayla İsveç ve Finlandiya’nın güvenliklerini garanti edeceği, onlara yapılan bir saldırı halinde savaşa girmeyi göze alacağıdır.
Türkiye’nin onların güvenliği için vereceği taahhüde karşılık onların da Türkiye’nin güvenliğine karşı tehdit oluşturan gruplara verdikleri desteği kesmelerini istemek, hepsinden önemlisi de ifade özgürlüğü kavramının arkasına sığınılarak değerlerine saygısızlık yapılmamasını beklemek en meşru hakkıdır.
İktidarında kim olursa olsun Türkiye bundan önce olduğu gibi bundan sonra da ve tıpkı diğer devletler gibi pazarlık edecek, elindeki imkanları çıkar ve beklentilerini korumak için kullanacaktır. Üyelik pazarlığı da bana kalırsa seçimlerden ziyade elde edilebilenlere, uluslararası konjonktürün durumuna endeksli olacaktır. Belki de iki ülkenin üyeliği ayrı ayrı onaylanacaktır…