Bir dönem romanı gibi: Sonbahar…
Sonbahar, İskoçyalı (kadın) yazar Ali Smith’in 2016 yılında Britanya’da, 2020’de de Seda Çıngay Mellor’un çevirisiyle Türkiye’de yayınlanan romanının adı. Daha sonra Kış da çıkmış. Yazar dört mevsim üstünden edebi hayatını sürdürmüş. Dönem romanı olması Brexit sancılarını, yazarın yaşadığı, kahramanlarını yaşattığı toplumun çalkantılarını içinde barındırması yüzünden. “Gibi” dememse tarihi arka planının hikayenin akışını, aktörlerin tercihlerini etkilememesi nedeniyle.
Sonbahar anladığımız anlamda bir dönem romanı değil. Kitabın ana karakteri, adı “z” ile yazılmayan Elisabeth’in dramı veya kaderi ülkesinin Avrupa Birliği’nden çıkışına bağlanmamış. Ya da ırkçılıktan mağdur olan bir “protagonist” yok karşımızda. Sadece komşularının kapısına yazılan evinize dönün çağrısını okuyan, sokakta İspanyol turistlere Avrupa’da olmadıklarını hatırlatan çığlıkları duyan biri var.
* * *
Annesini romanın 53’üncü sayfasında bitkin hissettiren koşullar da dönemsel olmaktan çok genel. Bir çitin yanına kazılarak kabartılmış toprağa oturduğunda Elisabeth aracılığıyla bize “Haberlerden yoruldum. Muhteşem olmayan şeyleri muhteşemmiş gibi göstermelerinden ve gerçekten dehşet verici şeyleri basite indirgemelerinden yoruldum. İğnelemelerden yoruldum. Öfkeden yoruldum. Acımasızlıktan yoruldum. Bencillikten yoruldum. Bunu durdurmak için hiçbir şey yapamamızdan yoruldum” diyor.
Zaten kitabı roman yapan da dönemi değil. Elisabeth’in sekiz yaşındayken tanıştığı o zaman dahi yaşlı komşusu Daniel ile geliştirdiği özel ilişkisi. Tanışma kendisinin ısrarıyla gerçekleşiyor. Komşuluğun ne anlama geldiğini anlatması gereken bir ödevle başlıyor. Annesinin tüm itirazlarına rağmen sorularını soruyor. 11 yaşından itibaren de Daniel ona zaman zaman bakıcılık yapıyor. Ve neredeyse her seferinde Elisabeth’e ne okuduğunu soruyor.
Çünkü Daniel’e göre her zaman bir şey okunuyor. Kitap olmazsa dünyanın okunduğuna inanıyor. Sözcüklerin yetiştirildiğini söylüyor. Lisanı gelinciğe benzetiyor. Sözcükleri toprağa savurup karıştırırsak yenilerinin yeşereceğini anlatıyor. Sonra resimden hikaye, hikayeden resim çıkartma oynuyorlar. Daniel’in bir cümlesi üstüne Elisabeth kurgusunu inşa ediyor. Bu inşa faaliyetleri sırasında Daniel’i ve kendisini tanıyor, okuyucuyu geçmişe taşıyor.
Kitap Elisabeth ile Daniel’in geçmişleri ve bugünleri arasında gidip geliyor. Yazarın şimdisindeki Brexit kahramanlarının şimdisine Daniel’in 100 küsur yaşında ölümü beklerken uyuduğu bakım evi olarak yansıyor. Elisabeth orada geçmişi düşünüyor, yazarına kurgusu için malzeme sağlıyor. Ali Smith de bize eşsiz bir ilişkiyi kolaya kaçmadan anlatıyor. Elisabeth ile Daniel arasındaki bağın niteliğini anlamayı ise bize bırakıyor.
Kitapta tabii ki ipuçları var. Elisabeth’in yüzünü bile hatırlamakta zorlandığı Leeds’de yaşayan babasına ilişkin sözleri Daniel’in ikame bir figür olduğunu ima ediyor. Erkek arkadaşlarını belli belirsiz Daniel’le karşılaştırması da bir tür aşk referansı taşıyor. Annesiyle olan duyarlılığı kısıtlı ilişkisinin Elisabeth’i Daniel’e yakınlaştırdığını varsaymak da mümkün. Fakat bana asıl neden 135’inci sayfada Daniel’in kendine atfen aktardığı aşk olgusunda gibi geldi.
Elisabeth’in başka bir sayfada “Uyuyan Sokrat” olarak tanımladığı Daniel 135’inci sayfada gözlere aşık olmanın mümkün olduğunu söylüyor, “Demek istediğim, sana ait olmayan ama sana nerede olduğunu, kim olduğunu gösteren gözlere” diyor. Elisabeth’e nerede olduğunu, kim olduğunu kurgulattığı hikayelerle anlattırırken de onu bilerek ya da bilmeyerek kendine bağlıyor. Duygusallık hayatın derinliğini görmekle eş zamanlı gelişiyor.
Doğal olarak kitapta başka şeyler de var. Pasaport metaforuyla özdeşleşen bürokrasi anlatısı, Profumo skandalı ve onun kilit aktörü. 1960’ların Pop-Art ikonu Pauline Boty, resimler vasıtasıyla satır aralarına sızan Marilyn Monroe. Ölçülü bir cinsellik, değinilip geçilen mülteci sorunu. Biraz da üniversite yaşamı. Tezler, danışmanlar, kütüphaneler. Ülkelerinden kaçmak isteyen insanlar. Rimbaud, Beauvoir, Collet ve Proust da ihmal edilmemiş.
Ama bunların hiç biri kitabı roman yapmaya yetecek mahiyette değil. Bizi sürükleyen, kurguyu belirleyen küçük bir kızla yaşlı bir adamın sıra dışı ilişkisi, geçmişe dönüşler ve insani bağlara yapılan göndermeler. Bazen devreye annesi ve onun yeni tanıştığı arkadaşı, sonradan sevgilisi Zoe giriyor. Onlar da anlatının bütünlüğüne katkıda bulunuyor. Ancak kitabı en çok kelimelerin dizilişi, ruhu ve büyüsü roman haline getiriyor.
* * *
Eğer okursanız yanına güzel bir müzik ilave etmeyi unutmayın derim. Bana tesadüfen Fazıl Say’dan “İnsan İnsan” denk geldi. En duyarlı yerlerinde iyi bir eşlikçiydi. Arada kitabı bırakıp müziği aradım, Google’dan Muhyiddin Abdal’ın beş yüz yıl önce yazdığı sözleri okudum. Onlarca kez dinlediğim parçayı Sonbahar’la birlikte öğrenmek ihtiyacı hissetim. Muhtemelen de bu yüzden “çevirmen keşke başka bir kelime bulsaydı” dedirten “hovarda”, “aganini”, “çerez” gibi sözcükleri görmezden geldim.
Şimdi sırada Kış var. Onu okumak istiyorum. Toplumsal Tarih dergisinin son sayısı, mesleki kitaplar, makaleler, takip etmem gereken bir dolu gazete ve dergi, gelecek dönem için yapılması şart hazırlık, seyredilesi dizi ve filimler, ev işleri ve başka pek çok şey Kış’la yarışıyor. Ian McEwan’dan iki kitap beni bekliyor. Yücel Bulut’un Türk Sosyolojisinin Kısa Tarihi de karşımda duruyor. Biri kazanacak ama kimin kazanacağını galiba Kış’ın ilk sayfaları belirleyecek. Huzurlu, sağlıklı ve okumalı bir Pazar günü dileğiyle…