Travmaya teslim olmak ya da değişime tutunmak
Kuşkusuz bunun için öncelikle Doğu toplumlarının, bir başka deyişle Müslüman toplumların askeri, ekonomik ve kültürel anlamda Batı’nın müdahalesi karşısında korumasız kaldıkları bir gerçek. 19. Yüzyılda ve özellikle 20. Yüzyılın ilk yarısında Müslüman toplumlar, Batı’nın sömürgeci anlayışıyla karşı karşıya kaldılar kabul. Yabancı güçlerin bu bölgelerde sergiledikleri küstahlıkların Müslüman bilincinde derin travmalar yarattığı da bir gerçek.
Ama bir gerçek daha var ki bu travmaya teslim olmak, Müslüman toplumları modern çağın kazanımlarından ve şimdiki zamanı yaşamaktan mahrum bırakmıştır.
Maalesef travmayı aşarak değişime tutunamamak, kronikleşmiş ekonomik krizler, özgürlüklerin her cephede kısıtlanması, akademik özgürlüğün içler acısı hali konusundaki dramatik manzara, Müslüman dünyanın problemlerini giderek daha da derinleştirmiştir.
Doğal olarak bunun sonucunda bütün kötülüklerin sorumlusu olarak dış etkileri görmek güçlü bir argüman haline geliyor. Kuşkusuz kendi yetersizliğini Batı’nın fitne ve oyunlarına yüklemek bir an için rahatlatıcı bir durum olabilir. Ancak kimse, nasıl oluyor da Batılı güçlerin Müslüman dünya üzerinde böylesine bir hakimiyet kurabildiğini sorgulama gereği duymuyor.
Bu yüzden de sömürgeciliğin yarattığı travma gerçeğinin üzeri örtülerek tedavi sürekli erteleniyor ve değişime tutunma tümüyle felce uğratılıyor.
Oysa Müslümanlar açısından esas sorgulanması gereken, bu ülkelerde bilimsel ve teknik gelişmenin neden bu kadar geride kaldığı, devletlerin despotik yapısının neden çözülemediği ve bir türlü aşılamayan demokrasi yetersizliğidir.
Hemen bütün Müslüman toplumlarda her vesileyle İslam’ın çoğulculuğa ve bireyin özgürlüğüne önem verdiğinin altı çizilir, ama ne hikmetse cemaat ve tarikat yapılarının tutucu ve radikal tutumlarının toplumun etrafında kalın duvarlar ördüğünden hiç bahsedilmez.
Galiba Müslüman dünyanın geleneksel olarak kendini üstün görme hali ile dünya gerçekliği arasında giderek açılan bir makas var. Ne yazık ki bu durum, Müslüman toplumlardaki yarılmayı her geçen gün tamiri imkansız bir noktaya götürüyor.
Kısacası Müslümanlar, Batı’da toplumsal değişim hızının neden bu kadar yükselişte olduğunu pek görmek istemiyorlar. Hatta öyle ki Müslümanların, bugün itibariyle Müslüman dünyanın geçmişte yakaladığı gelişmişlik düzeyinin gerisinde kaldığını bile fark edemiyor ya da görmek istemiyor
Unutmayalım, günümüzün Müslüman ülkeleri travmalarından kurtulup demokratik dünyanın akıl, bilim, hukuk ve demokratik bir sistem üzerinde yükseldiğini görmekte gecikirse, bugünün dünyasında kendi ayakları üzerinde durmayı başarmaları asla mümkün olmayacaktır.
Bilimsel gelişmenin bütün toplumların en önemli sermayesi olduğunu belirten tarihçi Dan Diner’in şu tespitleri, inanıyorum ki Müslümanlar açısından da belirleyici bir nitelik taşımaktadır: “Bilginin düzeyi, şekli, gelişimi ve aynı zamanda genelleşmesi her toplum oluşumunun sermayesidir. Verimlilik ve büyümenin olanakları, toplumsal zenginliğin geleceğe yönelik gücü bilgide ortaya çıkmaktadır. Toplum oluşumlarının veya gerilemeye mahkum oluşları bilgi potansiyellerince belirlenir. Herhangi bir medeniyetin geleceği gelişmiş bilgi kültürünün icaplarını yerine getirmesine bağlıdır.” (Mühürlenmiş Zaman, s.203)
Eğer Müslümanlar nefes almamızın tek oksijen kaynağı olan özgürlüğü keşfedemezlerse, otoriter devlet uygulamalarının kontrolü dışına çıkamayacakları gibi ekonomik verimliliğin düşmanı olan yandaş ekonomi anlayışından da kayırmacılık ve yolsuzluk algısından da asla kurtulamazlar.
Biliyoruz ki otoriter yapıların topluma nüfuz etmesini önleyebilmenin, bir başka deyişle toplumun devlete nüfuz edebilmesinin bir tek şartı vardır, o da şeffaflık ve hukuksal denetimin, yani modern demokrasilerde olduğu gibi ‘güçler ayrılığı’ prensibinin işlerlik kazanmasıdır.
Özetle Müslümanlar “Bizi Batı geri bıraktı” retoriğinden kurtularak, devlet aygıtını kontrol eden demokratik mekanizmaları geliştiremezlerse işleri hiç kolay olmayacaktır.