Tanpınar’dan Chet Baker’a müziğin ritmi
Ne zaman ünlü romancımız Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Huzur’ romanındaki şu satırları okusam, dünyanın müziklerine yolculuğa çıkmak gelir içimden... “Akşam, geniş mûsikî faslına başlamıştı. Aydınlığın bütün sazları güneşin veda şarkısını söylemeğe hazırlanıyordu. Ve her şey aydınlığın sazıydı. Hatta Nuran’ın yüzü, kahve kaşığı ile oynayan eli bile.”
Tanpınar Huzur romanında, müziğin insanlar üzerinde bıraktığı etkiyi uzun uzun anlatır ve ‘‘zaman’’ metafiziğiyle musiki arasında derin bir irtibat kurar: “Musiki giydirilmiş zamandır. Maddesizdir, sesten yani heyecanların en iptidai işaretinden yapılmıştır. Daima oluş halindedir, aynen zaman gibi ve onun nizamıyla kendi kendisinden doğar büyür ve kaybolur.”
İnsan Huzur romanını okurken, uzun bir müzik parçası dinliyor hatta nota okuyor gibi hisseder.
Müzik-insan ve zaman arasındaki o naif bağı hissedemeyenler açısından pek bir anlam ifade etmeyebilir belki ama insanoğlu farklılıklarıyla mükemmeldir...
Bu yüzdendir ki kimi insanların farklı renklere, farklı seslere, farklı müziklere ilgi duyması aynı zamanda bir zenginliktir. Mesela bazı insanlar klasik Tür musikisi ya da türkü dinlerken hayata daha sıkı tutunduklarını ve içlerindeki zenginliği keşfettiklerini hissederler. Bazıları da caz, klasik Batı müziği, ya da rock’la müthiş bir hayat ırmağı ile buluştuklarına inanırlar.
Dolayısıyla insanları dinledikleri müziklere göre kategorize etmeyi insan olmanın erdemiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Şu son derece açık ki müzik tercihlerini yargılamak, hayatı yargılamakla eş anlamlıdır.
Diyelim ki yüreğinize kah hüzünlerin, kah neşelerin indiği ve de duyarlılığınızın zirvede olduğu caz saatlerindesiniz. Birden buğulu, naif sesi ve usul usul çaldığı trompetiyle Chet Baker başlıyor, ya da Miles Davis... Artık lacivert bir denizin fırtınasına mavi notanın yelkeniyle rahatlıkla açılabilirsiniz.
Ve hiç zaman kaybetmeden akşamın kavis çizdiği mavi saatlerde bir Chet Baker parçasını açın ve sessizce ufuktaki son kızıllığı seyre dalın...
Mesela benim için caz dinlemek, tarifi olmayan bir özgürlük hissidir... Uçsuz bucaksız yemyeşil bir ormanda koşuyormuş gibi adeta... Ve tabii ki bir caz efsanesi olan Chet Baker’le hayatı keşfetmek başka bir hüzün katar. Baker kendine özgü hüzünlü tarzıyla trompet çalarken ruhunuzu başka bir aleme taşır, buğulu sesiyle şarkı söylerken sizi kalbinizin tam ortasından vurur...
Eğer Chet Baker’la bir yolculuğa çıkmışsanız özellikle aşkın güzel ve acı yanlarını aynı anda hissetmeye hazır olmalısınız... Mesela “I fall in love too easily”de acı veren pişmanlıkları, en ünlü kaydı “my funny valentine”le çok duygulu ve aynı zamanda gençliğine sitemkar bir müzikal rüzgara kapılmanız kaçınılmazdır. Ama her şeye rağmen odak noktası Chet Baker’in trompetindedir, zira her çalışı “valentine”de kalp kırıcı ve “django”da yoğunken, thelonious monk ve “well you needn’t”ında hafif bir soloya dönüşür.
Chet Baker yürek titreten melodileri ile pop ya da başka bir müziğe alışkın kulakları da, caz severleri de ihya eden bir sanatçıdır. Talihsizlik o ki üflediği notalarla sakin, huzur verici ve aşka teşvik eden bu müzik adamı, kendini mahkum ettiği o karanlık kuyunun diplerinde bir hayat sürer. Kendinden intikam alır gibidir adeta... Kadınlar sever, nefret eder. Ama sevgisini de, nefretini de hep zirvede yaşar...