Siyasi despotizmin meşrulaştırılması
Despotizmin tarihine bakarken ister istemez yolun bir yerinde Machiavelli ile karşılaşmak kaçınılmaz. Genel yaklaşım itibariyle söylemek gerekirse Machiavelli’nin ‘Prens’ adlı eseri despot siyasetçilerin ilham kaynağı olarak değerlendirilir. Nitekim yaygın düşünüşte “Makyavelizm” terimi, “amaç için her yolu mubah gören”, olumsuz ve ilkesiz bir politik hırsın anlatımı olarak görülmektedir.
Ancak Diderot, Rousseau ve Hegel gibi düşünürler Machiavelli düşüncesinin olumlu yönünü açığa çıkarmaya çalışmışlarsa da Machiavelli’nin krallara tavsiyesi son derece açıktır: “Kim daha önce özgür olan bir kentin yöneticisi olur da orayı yerle bir etmezse, oradaki halkın gelip kendisini ortadan kaldırmasını beklesin!” (Machiavelli, Kitabu’l-emir, çev: Ekrem Mümin, s.37)
Tiranlık, otokrasi, diktatörlük ve totaliter rejim türlerine mensup olan despotizm kavramı bu yönetim biçimlerinden belirgin bir farklılık arzetmektedir. Günümüzde tiranlıkla aynı anlama geldiği düşünülse de, despotizm esas itibariyle yetkisini doğrudan doğruya tanrıdan almaktadır. Temel ilkesi korku olan despotizmin var olabilmesi için, korkunun tüm topluma hakim olması gerekir. Montesquieu “Kanunların Ruhu”nda “Nasıl Cumhuriyet yönetiminde erdem, monarşik yönetimde onur gerekliyse, istibdat yönetiminde de korku şarttır” der.
Siyasi despotizmin meşrulaştırılmasına İslam toplumları açısından baktığımızda, farklı örneklerin ortaya çıktığını görürüz. Özellikle dört halife sonrasında iktidar mücadeleleri, zaman zaman ulemanın da verdiği fetvalarla adeta despotizme cevaz veren bir tablo ortaya çıkarmıştır.
Oysa biliyoruz ki Hz. Peygamber her zaman kendisinin bir kral ya da sultan olmadığını, sadece Allah’ın bir elçisi olduğunu söylemiştir. Kays îbn Hazim’in bu konudaki rivayeti şöyledir: Bir adam Peygamber’e geldi. O’nun karşısında durunca adam korkudan titremeğe başladı. Bunun üzerine Resulullah: Korkma rahat ol, ben kral değilim, ben ancak Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum.” dedi. Aynı şekilde Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer de kendilerine “Allah’ın halifesi” denilmesini reddetmişlerdir. Kısacası gerek Hz. Peygamber, gerekse dört halife döneminin kapıları despotizme sıkı sıkıya kapalıdır.
Ancak sonrasında özellikle Emevi ve Abbasi dönemlerinden hakkaniyetli ve adil yönetim anlamında övünebileceğimiz bir miras kalmamıştır. Dolayısıyla o dönemlerden bugünün Müslüman dünyasına ışık tutacak bir İslam siyaset doktrini üretmek ne yazık ki mümkün değildir. Bu çerçeveden bakıldığında, esas itibariyle Sıffin savaşı, Müslümanlar açısından dramatik bir yarılmadır. Zira Sıffin’le birlikte İslam’daki sözleşmeye dayalı siyasi ve ahlaki değerler manzumesinden, bu anlayışa taban tabana zıt olan zorbalığa dayalı değerler manzumesine geçilmiştir. Bu durum, en açık ifadeyle krallık ve saltanata geçişi temsil eden ahlaki ve siyasi bir dönüşümün adıdır.
Doğu’da despotizmin nasıl bir seyir izlediğini anlayabilmek açısından bazı örneklere bakmakta sanırım yarar var. UNESCO 2010 yılında yaptığı bir araştırmada, Abbasi halifelerinin Sasani imparatoru Ardeşir’in vasiyetnamesini ‘siyasi bilimler alanında pratik bir kılavuz’ edindiklerine dikkat çekiliyor. Tıpkı Avrupa kralları nezdinde muteber bir konuma sahip olan Machiavelli’nin ‘Prens’ adlı eseri gibi...
Despotizmin meşrulaştırılması konusunda en çarpıcı örneklerden birisi Ardeşir’in ‘Vasiyetname’sidir. Abbasi halifelerinin de örnek aldığı Ardeşir’in halkı kontrol altına almak için oldukça cesur görüşleri vardır. Vasiyetnamedeki ifadeler aynen şöyle: ”Sizden biriniz başıboş bir halkla karşılaşırsa, onlara karşı gücünü kullansın, sakın zulmetmekten korkuyorum demesin. Kendisine zulmedileceğinden endişe eden kişi ancak zulmetmekten korkar. Dahası halkın bir kısmına karşı işlenen zorbalık, diğer kısmının iyiliği için, ayrıca hem kendi rahatı hem de kendisiyle birlikte olan halk kesiminin fesat ve kargaşadan kurtuluşu içindir. Bu işi, olabildiğince hızlı bir şekilde yapsın. Sonuçta o, kendine ve müttefiklerine değil, sadece düşmanlarına zulmediyordur.” (Şankıti, İslam Medeniyetinde Anayasa Krizi, s.356)
Yüzyıllar içinde Müslüman toplumlarda daha çok din ekseninde gelişen yönetim anlayışı, zaman zaman ulemanın da katkısıyla akıl ve bilimle değil ‘itaat’le şekillendiği için ne yazık ki modern zamanlarda örnek alınabilecek bir niteliğe sahip değildir.