Sesinde milyonlarca şiir ve direniş var
Geçtiğimiz haftalarda da yazmıştım, TRT Radyo-3 harika işler yapıyor. Günün her saatinde Klasik Batı müziğinden caza, rock’tan popa kadar dünyanın değişik coğrafyalarından yükselen seslerle hayatımıza renk katıyor. Açıkçası radyo-3’ün müzik konusundaki güzel işlerini görünce, bu ülkeye dair umutlarım biraz daha güçleniyor.
Edebi değerlere yakın, gırtlaktan gelen sesiyle bir kadın “Sous le Ciel de Paris” şarkısını söylüyor... Adı Julitte Greco... Şarkıyı dinlerken kendimi müthiş bir şiirin tam ortasında buluyorum adeta. Ve Greco bir başka şarkısıyla devam ediyor, “Les Feuilles Mortes...” Büyük bir şiirin ırmağında akan bu şarkıların hiç bitmemesini istiyorum.
Juliette Gréco, 7 Şubat 1927’de Fransa’nın Montpellier kentinde Akdeniz kıyılarına yakın bir yerde doğdu. Avrupa’da II. Dünya Savaşı başladığında 12, Alman askerleri Champs-Élysées’de girdiğinde 13 yaşındaydı.
Juliette Gréco’nun hayatı mücadele içinde geçti. Önce Fransa’nın özgürlüğü için “Direniş” hareketine katıldı. 1943’te tutuklandı. Annesi ve kız kardeşi kamplara yollandı ve ancak 1945’te döndüler.
Greco’nun belki de en büyük şansı “Saint-Germain-des-Pres sokaklarında, bar ve kafelerinde tanıştığı filozoflar, edebiyatçılar, yazarlar, şarkıcılar ve şairlerle yaptığı sohbetlerde Varoluşçu felsefeyi keşfetmiş olmasıdır.
Greco’nun bu entelektüel muhitinde, Sartre, Simone de Beauvoir, Boris Vian ve Albert Camus gibi isimler yer alır. Greco kendisiyle yapılan bir söyleşide, “Her şeyi onları dinleyerek öğrendim” diyecektir. Bana göre varoluşçu düşünür Jean Paul Sartre’ın “Sesinde milyonlarca şiir var” nitelemesi Greco’yu tanımlayan en muhteşem cümledir.
Ve tabii ki Greko için yıldızın parladığı anlar, 22 yaşındayken efsane cazcı Miles Davis’le yaşadığı aşkın etkisiyle şarkıcı olmaya karar vermesiyle başlar.
Sartre, Miles’ın neden onunla evlenmediğini sorduğunda Greco’nun ifadesine göre Miles ona “seni mutsuz edemeyecek kadar çok seviyorum” cevabını vermiş. Gréco, 2014 yılında The Guardian’a verdiği söyleşide “ölene kadar düzenli olarak birbirimizi gördük” demişti.
Savaş öncesi günlerin ünlü kabaresi Le Boeuf sur le Toît 1949’da yeniden açıldığında, Gréco şarkı söylemeyi denemeye karar verir. Bu arada Jacques Prévert, Joseph Kosma ve Sartre gibi arkadaşlarından müzikal konusunda öneriler alır.
İlk albümü “Juliette Gréco - Chante Ses Derniers Succès” ertesi yıl çıktı. Ancak bu yolculuktaki esas zaferi, Amerika Birleşik Devletleri ve Güney Amerika’yı gezdikten sonra 1954’te Paris’teki Olympia Hall’daki konseriyle elde etti. Performans sırasında genç bir söz yazarı ve yeni şarkısı “Je Hais les Dimanches” yani “Pazarlardan Nefret Ediyorum - I Hate Sundays” ile adını duyuran Charles Aznavour ile tanıştı.
Greco popüler müziğin hikâye anlatı türü olan müzikal geleneğin sadık bir ismiydi. Şarkılar “küçük oyunlar gibidir” değerlendirmesinde bulunan Greko 1999 yılında The New York Times’a verdiği röportajda şöyle diyordu: “Bunlar tipik Fransız şarkılarıdır. Sevgimizi, öfkemizi hatta devrimimizi şarkılarla ifade eden bir halkız.”
Galiba Juliette Greco’yu müzikal anlamda en iyi tarif eden isim piyanist ve besteci Ernest Lubin’di... Lubin, 1952’de The Times için yazdığı yazıda Gréco’nun önemini şöyle analiz ediyordu. “Gırtlaktan gelen derin sesini şaşırtıcı bir yoğunluk, inanç ve yetenek hatta edebi değerlere yakın bir duyguyla söylüyor.”
Gençliğinden beri ‘başkaldıran’ birisi olarak ön plana çıkan Greco, ‘Varoluşçu özgürleşme’ yıllarıyla birlikte hep direnmesini bilen ve de yaratıcı bir sanatçı olarak yaşamıştır.
Greco’nun ünlü olduğu yıllarda, “Şarkı söylemeye gittiği yerler arasında Franco’nun İspanya’sı, Pinochet’nin Şili’si veya Albaylar Cuntası’nın Yunanistan’ı vardı. Kendisine yapılan eleştirilerde “neden faşizmin olduğu yerleri boykot etmediği” sorulduğunda verdiği cevap da bir o kadar sarsıcıydı: Neden ki, özgürlüklerin zaten kabul gördüğü yerlere gitmek ve konser vermek kolaydır; ama şiddetli baskıların olduğu yerlere giderek oradaki insanlara moral vermek ise asıl aydın olacak kimselerin tavrı olması gerekmektedir”. Bugünlerde moda olan “protestolara” başka bir gözle bakabilmek için belki de 1950’lerin ikinci yarısının insanı olmak gerekmekte? Kim bilir?” (Ali Akay, T24, 22 Eylül 2020)