Müslümanların gerçekten bir hukuk talebi var mı?
Bugüne kadar pek çok İslam ulamasının “Kur’an Müslümanların anayasasıdır” benzeri bir retoriği dillendirdiğini biliyoruz. Kuşkusuz bu söylem, retorikten öte bir anlam ifade etmiyor. Zira biliyoruz ki Kur’an Yüce Yaratıcının, Hz. Peygamber vasıtasıyla insanlara gönderdiği mesajlar bütünüdür. Yani Kur’an’ın bütün insanlığa ‘iyi insan’ olma önerileridir. Dolayısıyla Kur’an bir kanun metni değildir.
Oysa anayasa devletin yapısını, organlarını, bu organların oluşumunu, yetkilerini ve kurumların birbirleriyle ilişkilerini ‘kuvvetler ayrılığı’ esasına göre düzenleyen ve en önemlisi de iktidar karşısında bireyin haklarını güvence altına alan kurallar bütünüdür. Kısacası anayasa devletle ilgili konuları ele alan bir hukuk metnidir.
Meseleye İslami kaynaklar açısından baktığımızda karşımıza iki ekol ortaya çıkmaktadır, Ehl-i Hadis ve Ehl-i Rey… Bir başka deyişle gelenekselciler ve akılcılar. Bu iki ekolden birisini temsil eden Ehl-i Rey “aklın Allah tarafından verilmiş olduğunu ve vahiyden önce geldiğini iddia eder, iyi ve kötünün bilgisi bu aklın bir parçasıydı ve akıl hukuki normlar geliştirilirken kullanılabilirdi. Eş’ari ile bütünleşen Sünni teoloji ise normların tek kaynağının vahiy olduğu noktasında ısrar ederek bu görüşü reddetmiştir.” (Sami Zubaida, İslam Dünyasında Hukuk ve İktidar, s.40)
Felsefi temayül ise kutsal kaynakları, yani vahyi önemsemiş ama hukukun tümüyle bu kaynakların sınırlamasına tabi olmadan aklın özgürce hareket edebilmesini savunmuştur.
Ancak sonuçta mücadeleyi Eş’ari zihniyetinin kontrolüne giren Ehl-i Hadis kazanmış ve hukuk metodolojisinin oluşumunda kutsal kaynaklara bağlılık esas haline gelmiştir.
Şunu biliyoruz ki İslam bir devlet ve hukuk sistemi değil, öncelikle bir dindir. Nitekim Hz. Peygamberi takip eden dört halife, o günün şartlarında beşeri planda devlet mantığını takip ederek pragmatik çözümler ürettiler ve devleti bu çerçevede yönettiler. Sami Zubaida’nın ifadesiyle onlar hukuki ilkeleri, pratik gereklilikler karşısında değiştirdiler ve uyarladılar.
Ancak sonrasında ilk dönem Müslümanlarının oluşturduğu bu yönetim anlayışının hanedanlığa evrilmesiyle birlikte devleti yönetenler, kendi iktidar heveslerine dini retorik kılıfını giydirerek ne yazık ki sonu despotizme giden tehlikeli bir geleneği başlattılar.
Oysa hanedanlık zihniyetiyle hareket eden yöneticilerin anladığı anlamda bir ‘şeriat devleti’ için dinde tarihsel ve metinsel bir kaynak bulunmamaktadır. Zubaida’nın da belirttiği gibi “Şeriat da büyük oranda tarih içinde evrimleşen insan yapımı kanunları içermektedir ve fıkıh içerisinde vahye dayalı çok az şey bulunmaktadır. Daha önceki Müslüman nesiller hukuku, toplumsal ihtiyaçlarına ve adetlerine göre uyarladılar ki günümüz Müslümanlarının da yapması gereken budur.” (a.g.e, s.275)
Maalesef modern dönemde Müslümanlar, yaşadıkları çağı doğru okuyup İslam’ın adaletle ilgili önerilerini insanlığın ortak mirası olan değerlerle buluşturacak yeni yorumlar üretemedikleri için gerçek dünyanın dışında kaldılar.
Bu yüzden de günümüzün hemen bütün Müslüman ülkelerinde bir hukuk devleti inşa edilemediği için hukuksuzluklar, insan hakları ayıpları ve özgürlüklerin giderek daha da baskılanır hale gelmesi adeta bir rutine dönüşmüş bulunmaktadır.
Ama ne hazindir ki İslam ülkelerindeki iktidarlar, halklarının refahını arttıracak, özgürlüklerini zenginleştirecek uygulamaları hayata geçiremedikleri halde her gün kendi günahlarını örtecek ‘hayali düşmanlar’ yaratmakta ve ülkelerindeki perişanlığın tek suçlusu olarak demokratik dünyayı göstermekte son derece maharetlidirler. Gerçi sadece Müslüman toplumlar değil, Batı dünyası içinde yer alan bir takım despotik liderler de iktidarlarını tahkim için yeni düşmanlar icat etmekten çekinmiyorlar. Mesela Macaristan başbakanı Orban, “Beni seçmezseniz ülkeyi Müslüman göçmenler istila eder” diye korkutarak seçim kazanıyor.
Unutmayalım ki günümüzün Müslümanları, dinlerinin temel ilkeleriyle çatışmayan, adil ve demokratik bir devlet arayışından vaz geçerlerse, bugün içinde bulundukları ve nefes almakta bile güçlük çektikleri otoriter yapılardan kurtulmaları hiçbir zaman mümkün olmayacaktır.