Kimsenin ‘küffar ve hain’ ilan edilmediği bir Türkiye...
Normal demokratik ülkelerde seçimler, hayatın doğal akışı içinde yapılan bir iktidar yarışından ibarettir.
Ancak bizim gibi demokrasi kültürünü henüz içselleştirememiş ülkelerde ise adeta ‘savaş’ atmosferi içinde ‘devleti ele geçirme’ mücadelesinin provası niteliği taşımaktadır.
Oysa devlet tarafların birbirine galebe çalarak rakipleri yok etme alanı değil, tamamen topluma hizmet odaklı kurumsal bir organizasyondan ibarettir. Herhalde hiçbir demokratik ülkede insanlar “Şu parti iktidara gelirse vatan elden gider, beka tehlikesiyle karşı karşıya kalırız” gibi bir duyguyla sandığa gitmiyordur. Çünkü bilirler ki A ya da B partisinin iktidara gelmesi, yöntemleri farklı da olsa sonuçta tek amaçları hukuk kuralları içinde ülkeye hizmet etmektir.
Ama ne yazık ki bizde devlet, bir rant dağıtım organizasyonuna dönüştüğü için her gelen iktidar öncelikle taraftarlarını mutlu etmeyi ve devletin imkanlarıyla imtiyazlı bir sınıf yaratmayı hedeflemektedir. Kuşkusuz bu tür bir anlayış modern bir devlet organizasyonunda değil, ancak bir kabile devletinde geçerli olabilir ancak.
14 Mayıs seçim sürecinde yaşadıklarımıza baktığımızda gördüğümüz manzara, tam da böyle bir zihniyetin tezahürü gibidir… Kampanya sürecinde siyasetin dilinden dökülen “Küffar… terör uzantıları… Düşmanlara karşı istiklal mücadelesi… Vatan hainleri” benzeri sloganları duyan tarafsız bir göz, inanıyorum ki bizim seçime değil, savaşa gittiğimizi sanacaktır.
Doğrusu çok da haksız sayılmazlar, zira bizim iktidarlarımızın zihin dünyaları demokratik değişime, normalleşmeye yabancı olduğu için, daha da önemlisi elde kılıç fetih rüyaları gören bir ecdadın torunları olduğumuz için en çok övünebileceğimiz maharetimiz düşmanları alt etmektir…
Aslında bu durum sadece AK Parti iktidarına has bir durum da değil maalesef. Cumhuriyetle başlayan siyasi tarihimizin belli dönemlerinde iktidar değişimleri hep bir ‘düşman’ tanımı içinde gerçekleşmiştir. Çok partili hayata geçtiğimiz yıllarda CHP ve Demokrat Parti arasındaki kavgalar, adeta rövanşizmin zirve yaptığı yıllardır mesela…
Peki bütün medeni ülkelerde olduğu gibi bizim insanlarımızın da normalleşmeye hakkı yok mu?
-Seçim süreçlerinin savaş atmosferinde değil, normal demokratik ülkelerde olduğu gibi bayram havası içinde geçmesini istemek bizim de hakkımız değil mi?
-Nasıl bir hayat tarzını tercih edeceğine, kimleri eleştirip kimleri eleştiremeyeceğine devletin değil, bireylerin kendi özgür iradeleriyle karar verme haklarının olması neden ‘beka’ tehlikesi olsun ki…
-Ülkenin geleceğini emanet edeceğimiz genç insanların eş-dost-akraba kayırmacılığı olmadan, aidiyetleri sorgulanmadan devlette görev alma hakları olmasın mı?
-Farklı fikirlere, farklı hayat tarzlarına ve farklı kimliklere sahip insanlar adaletin terazisinin herkesi eşit tarttığı bir hukuk devletini istemek hainlik olabilir mi?
-İdeolojik bir inat uğruna ekonomiyi çökerterek ülkeyi fukaralaştıran iktidarı eleştirenler, ‘dış güçler’in içerideki ajanları mıdır?
-Yolsuzluğun, liyakatsizliğin ve devlet imkanlarının 5-10 müteahhide akıtılmadığı bir ülke hayali kuranları hükümet düşmanı olarak görmek hakkaniyetli bir tutum olabilir mi?
-Okudukları okullar küçümsenen, yaşam tarzları aşağılanan, fikirleri kriminalize edilen, festivalleri yasaklanan, dinledikleri şarkıcılar tehdit edilen milyonlarca gence parmak sallamak vicdanları yaralamaz mı?
Maalesef 2013 yılına kadar Türkiye’nin demokratikleşmesi ve kalkınması yönünde doğru adımlar atan AK Parti iktidarı, bizzat kendi icraatlarıyla ‘büyük Türkiye’ hayalleri kuran insanların gelecek umutlarını yok eden bir istikamet yönelmiş ve burayı umutsuz insanların ülkesi haline getirmiştir.
Evet AK Parti birinci turda olduğu gibi ikinci turda da galip çıkabilir belki ama unutmamalı ki bu hamasetçi zihniyet yapısı, Türkiye’yi asla mutlu insanlar ülkesi yapmayacaktır.
İşte tam da bu yüzden şimdi önümüzde yeni bir sayfa açmak için 28 Mayıs sınavı var, bu açık bir referandumdur ve köprüden önceki son çıkıştır.
Eğer kimsenin kimseye parmak sallamadığı, ülkenin yarısını “küffar, hain, terörist” olarak görmediği, herkesin kendi inanç ve kimlikleriyle kardeşçe birlikte yaşadığı bir ülke istiyorsak 28 Mayıs’ta vicdanlarımızın sesini dinleyip ona göre karar vermeliyiz, aksi taktirde her şey için çok geç kalmış olabiliriz…