İnsanları Allah’la aldatmayı önleyecek hukuk yoksa…
Bugün Müslüman dünyanın içinde bulunduğu trajik hale bakıp hayıflanıyoruz ve hep birlikte “Aslında Kur’an’dan uzaklaşmasaydık bunlar başımıza gelmezdi” gibi kolaycı bir yaklaşımla meseleyi çözdüğümüzü sanıyoruz. Oysa sanılanın aksine, bugün bile bütün İslam ülkelerinde Kur’an’a yöneliş her zamankinden daha güçlü.
Mesela Türkiye örneğine bakalım; memlekette dindar-muhafazakar soslu bir iktidar var, her gün daha görkemli camiler yapılıyor, Kur’an kurslarının ve İmam-Hatip okullarının sayıları hızla artıyor, biraz şov niteliği taşısa da televizyonlar güzel sesli hafızların sesleriyle çınlıyor. Kısacası memlekette “dindar nesiller yetiştirmek” için adeta kıyasıya bir yarış yaşanıyor.
Öyle ki zaman zaman heyecana kapılan siyasiler, ilahiyat hocaları hilafet hayalleri kuruyor, “hakimiyet Allah’ındır” tezi üzerinden ütopik bir şeriat devleti inşa etmenin düşünce egzersizlerini bile yapıyorlar.
Demek ki Kur’an’dan uzaklaşma diye bir şey söz konusu değil, tam aksine Türkiye dahil bütün İslam ülkelerinde İslam’ın sesi daha da yükseliyor. Ama talihsizlik o ki aynı İslam ülkelerinde ekonomik sefalet, yolsuzluk, hukuksuzluk, özgürlük fukaralığı ve despotizm de aynı şekilde yükselişte…
Bu zaviyeden bakıldığında, Müslüman dünyanın sorunlarını çözmenin dindar nesil yetiştirme seferberlikleri düzenleyip Müslümanların sayısını arttırmakla mümkün olmayacağı anlaşılıyor. Eğer iktidarların hesap vermesini sağlayacak bir hukuk sistemi ve kurumsal mekanizmalar inşa edememişseniz, ülkede herkes Kur’an’ı ezbere okusa ve doğudan batıya her taraf dindar nesillerle dolsa bile o ülkenin hukuk cinayetlerinin olağan hale geldiği, insan hakları ihlallerinin, yoksulluğun, yolsuzluğun diz boyu olduğu, özgürlüklerin despotik liderlerin insafına terkedildiği karanlık bir fotoğrafa mahkum olması kaçınılmazdır.
Maalesef Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda neredeyse bütün tarihsel süreç boyunca “Kur’an en önemli rehber” söylemi hep ön planda olmasına rağmen, bireylerin özgürlüğünü perdeleyen “itaat” kültürünün zihinleri esir alması despot yöneticilerin meşruiyet kaynağı olmuştur.
Nitekim “Nasıl Bir Devlet” kitabında “kim iktidarı ele geçirirse geçirsin meşru idareci odur” anlayışına destek veren Maverdi ve Gazali’nin bu yaklaşımını eleştiren Müslüman siyaset bilimci Abdulvahhab el-Efendi bu anlayışın despotizmi meşrulaştıracağının altını çiziyor: “Bu durum despot yöneticinin, sadece itaat edilmesi gereken bir merci değil, aynı zamanda meşru olarak kabul edilmesi gerektiğini ileri süren Maverdi ve Gazali gibi son dönem teorisyenleriyle daha da barizleşiyor.” (s.68)
Aslında “Hakimiyet Allah’ındır” tezi esas alınarak siyasi hakimiyet inşa etmeye kalkmak, bir bakıma ilahlık iddiasında bulunmakla eş anlamlıdır. Bu yüzden de Müslüman dünyada iktidarı elinde bulunduranlar, siyasi egemenliğin Allah’a ait olması görüşünü çok sevmişlerdir. “Çünkü bu yaklaşım, yöneticileri sorumluluktan kurtarmaktadır. Zaten Müslüman toplumlar da yöneticilerini hesaba çekememişlerdir. Gerçekten İslam ümmeti Allah ile aldatılmıştır.” (Ahmet Akbulut, Kur’an’da Yabancılaşma Süreci, s.51)
Gerek Türkiye’de, gerekse diğer İslam ülkelerinde insanları hidayete kavuşturmayı esas alan devlet tasavvurları, ne yazık ki baskıcı bir zihin yapısının ürünüdür ve bu hayalin kapısı kesinlikle sadece İslamcı diktatörlere açılır… Zaten pek çok İslam ülkesindeki İslamcılar da toplumu İslam dairesi içinde tutabilmek için çareyi totaliter modellerde aramışlardır.
Kabul etmek gerekiyor ki tamamen siyasi bir mekanizma olan “hilafet” kavramı, Müslüman dünyada adeta dinin bir rüknü gibi kabul edilerek çoğu kez totaliter zihniyeti besleyen bir aparat olarak kullanılmıştır.
Maalesef “hilafet” kavramına yüklenen bu anlam, zamanla Müslümanları hilafetle Tanrı’yı aynileştirmek gibi tehlikeli bir noktaya götürmüştür. Bu konudaki tehlikeye dikkat çeken Abdulvahhab el-Efendi şöyle bir tespitte bulunuyor: “Bu halifeyi bir aziz, toplumu da bu hikmetli azizin güdümünde yeteneksiz ve günahkar bir raiye (sürü) olarak gören anlayışın bir ürünüydü. Sürüden esirgenen hürriyet çobana tanındı ve çobanlar giderek kurt haline geldiler.” (Nasıl Bir Devlet, s.150)