Caz’la hayatı ya yaşarsınız ya da yaşarsınız…
Yirminci yüzyılın önemli romancılarından Hermann Hesse, Bozkırkurdu kitabının baş karakteri Harry Haller’in ağzından caz müziği ile ilgili şu cümleleri söylüyor: “Bir dans lokali önünden geçerken coşkulu bir caz müziği, pişmemiş bir etin buğusu gibi sıcak ve çiğ, yankılandı bana doğru... Şen ve hoyrat yabanıllığıyla beni de içgüdü dünyamın derinliklerinden yakalamıştı bu müzik ve nahif, haysiyetli bir şehvetle soluyup duruyordu... Müziğin lirizm taşan bir yarısı aşırı içli ve ağdalıydı; içinden duygusallık damlıyordu. Öbür yarısına gelince, vahşi, kaprisli ve güçlüydü; ne var ki her iki yarı, nahif ve barışçıl bir arada yürüyor, bir bütün oluşturuyordu.”
Caz dinlemenin nasıl bir şey olduğunu tarif etmemi isteseler herhalde şöyle bir cümle kurmaya çalışırdım… Özellikle de Chet Baker dinlerken, bütün ışıkları kapatıp özgürlüğe koşmak gibi bir şeydir… Çünkü caz dinlerken, insanın yüreğinde somut ama tarifi olmayan bir özgürlük hissi doğar.
Bütün zalimlikleri, hayatın dayattığı zorlukları bir an için de olsa geride bırakıp yemyeşil ormanların derinliğinde hiç bitmesini istemediğiniz bir sonsuzluğa doğru koşmak gibi bir şeydir caz dinlemek…
Cümleler hiç bitmez, boşlukları hayal gücünüzle doldurmak zorunda kalırsınız. Tıpkı soyut bir resmin karşısında her bakanın farklı şeyler görmesi gibi bir şey yani… Bir türlü bitmek bilmeyen bir hikaye gibidir caz. Sonu hiç gelmez, hayatın kendisi gibi… Bazen de en mahrem kâbuslarımızın kapısını açan gizemli bir misafir…
Meselâ klasik müzikte bu özgürlük hissini yakalayamazsınız. Çünkü klasik müzik matematiksel bir mükemmelliğin ifadesidir. Her zaman bir senfoninin daha mükemmel nasıl çalınabileceğini hayal edersiniz.
Peki ya caz? Şu anda gece yarısı ve hala Chet Baker dinliyorum. Kelimelere sığmayan, anlatılamayan bir şey caz. Ya yaşarsınız ya da yaşarsınız…
Chet Baker kendine özgü tarzıyla hüzünlü bir kötü adam… Trompet çalarken tüm ruhunu hissedebileceğiniz ve de kendini melodinin derinliklerine gömmüş bir cazcı o. Şarkı söylerken ise buğulu sesiyle sizi o şarkının tam da içene çekebilen özel bir insan…
Yumuşak, naif sesi ve usul usul çaldığı trompeti ile cazın büyük isimlerinden olan Baker’in aynı zamanda hüzünlü bir hayat hikayesi var.
Baker, müzikle yakından ilgilenen bir ailede büyüdü. Gitarist bir babanın oğluydu… Charlie Parker’in bir dizi dinletisinde çalmasıyla 1951 yılında tüm dikkatleri üzerine çekti. 1952 yılında Gerry Mulligan dörtlüsüne katılarak Frank Sinatra’nın My Funny Valentine şarkısını tekrar söylediği solo çalışmasıyla üne kavuştu.
Gerry Mulligan’ın uyuşturucu sebebiyle tutuklanmasından sonra Baker, yumuşak trompeti için mükemmel bir uyum olan piyanist Russ Freeman’la bir dörtlü kurdu. Genelde orta notalarda kalarak, Chet’in iç dünyasında arayış içinde olduğu soloları özlemli bir romantizme ulaştı ve eğitimsiz sesiyle vokal yapmaya da başlayınca, popülaritesi hızla yükseldi.
Ama bir uyuşturucu bağımlısıydı ve bu durum tüm hayatını altüst etti. 1960 yılında İtalya’da uyuşturucu kullanırken yakalandı. Bu süreçte sadece birkaç beste yapabildi. Kendisi bu 10 yılı “yitik 10 yıl” olarak tanımlıyor.
Yıllar geçtikçe, bazen kanlar içerisinde kalsa bile trompet çalmaya çalıştı. Uyuşturucuyu bırakmaya çalıştı fakat eroin kullanmadığında trompete hakim olamayacağını düşünüyordu ve tekrar kullanmaya başladı… Kendine özgü tarzıyla 1970’lerin sonunda tekrardan sahnelere döndü. 1988 yılında Amsterdam’da bir otelin camından düşerek hayatını kaybetti, çünkü uyuşturucunun etkisinden kurtulamamıştı.
Yaşadığı dönem içerisinde caz dünyasına muhteşem eserler kendine özgü havalı ve ‘kötü adam’ tarzıyla zihinlerimize kazındı. Ve bize de onun trompetini, buğulu sesini dinlemek kaldı…