Bugün caz zamanı değil...
Epey bir süredir Pazar günleri müziğin her türü olmak üzere ve ağırlıklı olarak da cazla ilgili yazılar yazmaya çalışıyorum. Açıkçası bu tür yazıları, dinlediğim müzikleri daha içeriden tanıma ve anlamaya çalışmanın bir parçası olarak görüyorum. Dolayısıyla kimsenin müzik zevkine müdahale etmek gibi bir niyetim yok.
Biliyorum ki şu günlerde yaşadığımız olağanüstü ortamda birileri haklı olarak bir caz yazısına tahammülsüzlük göstereceklerdir. Gerçekten de kelimenin tam anlamıyla bir yönetim krizi yaşıyoruz, insanlar evlerine ekmek götürmekte zorlanıyorlar, siyasetin zehirli dilinden beslenen insanlık düşmanı yaratıklar gencecik insanlarımızı katlediyor.
Evet bu ülkenin insanları böylesine bir karanlığı hak etmiyorlar, ama işte tam da içimize ateşlerin düştüğü zor günlerde yüreğimizi ve ruhumuzu daha da güçlü hale getirmemiz gerekmiyor mu?
İki hafta önce Miles Davis’le ilgili yazdığım Pazar yazısında şöyle bir cümle kurmuştum: “Tek bildiğimiz, önlemeye gücümüzün yetmediği kötülüklerin etrafından dolanarak her zaman ruhumuzu aydınlatan sanatın-edebiyatın, müziğin muhteşem dünyasına sığınmak.” 1328 gündür özgürlüğünden mahrum bırakılarak tutuklu bulunan Osman Kavala cezaevinden gönderdiği mektupta bu ifademi şöyle tamamlamış: “Ruh sağlığımızı korumak için her üçüne de ihtiyacımız var. Ancak kötülüğün kaynaklandığı insanlık durumlarını ve insanın özelliklerini bize anlatan edebiyatın ayrıcalıklı bir işlevi yok mu? Kötülüklerden uzaklaştığımız bir sığınak limanı olduğu kadar, başka meselelerle birlikte, kötülük konusunda bizi hazırlıklı hale getiren duygularımız ve düşüncelerimiz için bir eğitim alanı da değil mi?”
Galiba bu fevkalade acılı günlerde sanata, edebiyata, müziğe daha çok ihtiyacımız var.
Biliyoruz ki müzik ilk çağlardan bu yana insanoğlunun hayatında hep önemli bir yere sahip olmuş sanatsal bir etkinlik. İnsanlar topluluklar halinde yaşamaya başladığı ilk günlerden itibaren mutluluklarını, sevinçlerini, hüzün ve yas hallerini müzikle ifade etmişler, hayatı daha yaşanır kılmışlardır.
İlk başlarda hayatın doğal bir parçası olarak ilkel ve doğaçlama biçimde icra edilen müzik, zamanla sanatsal bir forma kavuşmuş ve daha rafine hale gelmiştir. İnsanoğlunun bu sanatsal edimi kimi zaman klasik müzik, kimi zaman caz, kimi zaman da rock müzik formunda icra edilmiştir. Hemen belirtmek gerekiyor ki müziğin bütün türleri insan hayatını, değiştiren ve dönüştüren bir özelliğe sahiptir.
Bu bağlamda siyah müziğin farklı bir kolu olarak cazın yükselişi, 20. yüzyılın başında siyahların yaşantısında gerçekleşen derin değişiklikler yaratmıştır. Caz bir kent müziğidir, merkezi Mississippi deltası ya da Alabama pamuk tarlaları değil New Orleans, New York ve Kansas City’dir. Blues ve gospel(ilahi) şarkıcılarının mütevazi müziği pamuk tarlalarında kalmış ve büyük şehirlerde caz ticari bir hüviyet kazanmıştır.
Her ne kadar ilk yıllarda caz “halkın müziği” olarak tanımlansa da bu çok doğru değildir. Esas itibariyle köklerini siyah işçi sınıfı gettolarından, ilhamını ise siyahların günlük hayatından alan caz, zamanla siyah işçilerin hayatı değiştikçe müziği de değişti ve gelişti.
Kuşkusuz caz ilk yıllarda bir eğlencenin ve günlük hayatın karmaşasından kaçışın müziğidir, ama caz sadece bir eğlence aracı değildir. “Kendini ifade etme ve yeniyi arama dürtüsü cazı en başta hem duyguları hem de fikirleri ete kemiğe büründüren bir müzik yapmıştır. Caz ilk yıllarında eğlencenin, rahatlamanın ve günlük hayatın geriliminden kaçışın müziği olsa da, tonunda, dilinde ve duygularında kendisini dinleyen kitlenin nelerden kaçmaya çalıştığını özel olarak yansıtmıştır. Hem yabancılaşmanın hem de onun üstesinden gelme girişimlerinin ifade biçimi olmuştur.” (Charlie Hore, Evrensel 30 Nisan 2017, Зeviren: Mithat Fabian Sцzmen)