Bu garip hukuk yapısı Türkiye’yi daha da yalnızlaştırır
Cumhuriyet tarihinin değişik dönemlerinde siyasal iktidarların bazen perde gerisinden, bazen de açık bir şekilde yargı üzerinde etkileri olmuştur. Ancak bazı yargıçlar içinde bulundukları dönemin ağır şartlarına rağmen, kahramanca bir duruş sergilemeyi de başarabilmişlerdir.
Taha Akyol’un “Onlar da Kahramandı” kitabında yer alan 1960’lı yılların Yargıtay Başkanı Recai Seçkin örneği son derece önemlidir. Recai Seçkin, kendisine önerilen Yassıada Mahkemesi başkanlığını (ihtilal mahkemesi) reddetmiş saygın bir yargıçtır. 27 Mayıs darbesinden üç ay sonra 6 Eylül’de Yargıtay Adli Yıl açılışında yaptığı konuşmada ihtilal mahkemesinin yargıçlarına erken uyarıda bulunarak iktidar erkinin ve hiçbir odağın etkisinde kalmamaları gerektiğini söyleyen ve özellikle de “kuvvetler ayrılığı”nın altını çizen Seçkin’in şu cümleleri bugüne de ışık tutacak niteliktedir: “Hakim, hukuk esasları ve vicdanı yerine idare adamlarının ve davada ilgili olanlardan birisinin etkisi altında kalarak karar verirse verdiği karar, açıklamaya lüzum yoktur ki, özünde adaletle ilgisi bulunmayan bir belge, daha açıkçası bir zulüm belgesinden ibaret kalır.” (Onlar da Kahramandı, s.35)
Bugünden geriye doğru baktığımızda İstiklal Mahkemeleri dahil, 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubat darbe dönemlerinde yargı üzerinde baskı girişimlerinin olduğunu görebiliriz. Bugün içinde bulunduğumuz süreci bu dönemlerle karşılaştırdığımızda, çok daha farklı bir tablo ile karşı karşıya olduğumuz muhakkak.
Maalesef bugün yargının, yürütmenin ve yasamanın tek elde toplandığı Cumhurbaşkanlığı hükümet Sistemi’nde özgürlükleri ve hakları korumakla yükümlü olan ve bu yetkisini Türk milleti adına kullanan yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı tartışılır hale gelmiş bulunmaktadır.
Bir yargı sistemi düşünün ki, iddianame hazırlayıp imzalayan savcı sonra HSK üyeliğine tayin oluyor. Ve bir başka savcı Osman Kavala iddianamesini hazırladıktan sonra Adalet Bakanlığı’na tayin oluyor.
Bir yargı sistemi düşünün ki, yerel mahkeme Anayasa’nın açık hükmüne rağmen, Anayasa Mahkemesi’nin Enis Berberoğlu ile ilgili “hak ihlali” kararını tanımıyor.
Bir yargı sistemi düşünün ki FETÖ liderinin, bir tecavüz davasına karışan yeğenlerini kurtaran hakim, daha sonra pek çok siyasi davada da önemli kararlar verebiliyor.
Bir yargı sistemi düşünün ki Osman Kavala Gezi davasından beraat ediyor ve tam bavulunu alıp çıkacakken, bu sefer TCK’nin 328. maddesinden ‘Siyasal veya askerî casusluk’tan tutuklanıyor.
Oysa Osman Kavala’nın tutukluluğunu 10 Aralık 2019’da görüşen AİHM, Kavala’nın makul şüphe olmadan siyasi sebeplerle tutuklanması ve Anayasa Mahkemesi’nin başvuruyu makul bir sürede incelememesi nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ihlal edildiğine karar vermişti. Fakat aradan geçen sürede Osman Kavala cezaevinden hiç çıkamadı.
Bir yargı sistemi düşünün ki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Yargıtay’ın kararlarına rağmen, Ahmet Altan ve Selahattin Demirtaş hukuki olmayan gerekçelerle cezaevinde tutulmaya devam ediliyorlar.
Maalesef Türkiye’de hakimlerin “coğrafi teminatı” olmadığı için hoşa gitmeyen kararlarda, hakimler HSK tarafından başka illere sürülebilmektedirler. Son dönemdeki uygulamalar da göstermektedir ki siyasetin hukuktan üstün hale gelmesi, ülkede yargıya olan güveni her geçen gün biraz daha azaltmaktadır.
Kuşkusuz esas vahim olan, bu hukuk tablosuyla Türkiye’nin gerek ekonomik anlamda, gerek dış politikada, gerekse özgürlükler anlamında her geçen gün daha da yalnızlaşmasıdır.
Unutmayalım ki toplumdaki adalet duygusunu zaafa uğratan bu hukuk yapısıyla Türkiye dünyada saygın ülkeler kategorisinde yer alamaz, demokrasi liginden düşen bir Türkiye ise yabancı yatırımcı için cazibe merkezi haline gelemez. Ve yeni yatırımlarla kalkınmasını sağlayamayan bir Türkiye, halkının ekmeğini büyütemez. Kısacası ekonomik ve demokratik standartlarını yükseltemeyen bir Türkiye, krizler ülkesi olmaktan kurtulamaz.