Anadolu irfanı için dürüstlük ve ahlak ne kadar önemli?
Seçim sonuçlarının Türkiye’nin neredeyse yarısına yakın bir bölümünde hayal kırıklıları yarattığı bir gerçek. Hatta kazanan tarafta yer aldığı için mutlu olan bazı insanların bile içten içe “Evet kazandık ama ekonomiden dış politikaya, hukuktan eğitime kadar pek çok alanda savrulmalar yaşayan ülke bu haliyle yoluna nasıl devam edecek” şeklindeki endişelerini hissediyorum, bir bölümünün endişelerini de yakinen biliyorum.
Elbette büyük sıkıntılar, hayal kırıklıkları var ama seçim kaybetmek dünyanın sonu filan değil, bundan sonra da dünya dönmeye devam edecek ve her birimiz yaşadığımız ülkeye ilişkin yeni hayaller kurmayı sürdüreceğiz, yeter ki hayallerimize iyi bakalım…
Önemli olan tarihin doğru tarafında durabilmek ve her şeye rağmen ‘iyiliği’ savunabilmektir. Zira biliyoruz ki hukukun üstünlüğünün hakim olduğu, bireyin özgürlüğünün kutsal sayıldığı, yolsuzlukların olmadığı, iktidarların liyakat ve ehliyete önem verdiği, daha da önemlisi iktidarların hesap verebilir olduğu bir Türkiye’yi istemek ve hiç tereddütsüz bu ilkeleri savunmak ancak ‘tarihin doğru tarafı’nda durmakla mümkün olabilir.
Dolayısıyla iyiliği savunanların duruşunu, sadece seçim kazanma ya da kaybetmeye indirgeyerek izah etmek hakkaniyetli bir tutum olamaz. Unutmayalım, ilk çağlardan bu yana pek çok kazanan ve kaybeden iktidarlar olmuştur ama sonunda hemen hepsi tarihin tozlu sayfaları arasında yerlerini almışlardır. Ancak doğruyu, hukuku, adaleti, ahlakı savunan filozofların, bilginlerin, büyük sanatçıların erdemli duruşları hala insanlığa yol göstermeye devam etmektedir.
Kuşkusuz seçim sonuçlarının bize başka bir hikaye anlattığı, dolayısıyla bu hakikat savuruculuğunun Türkiye toplumu nezdinde çok da bir anlam ifade etmediği söylenebilir. Evet doğrudur, seçimlere din istismarı bağlamında baktığımızda gördüğümüz manzara şudur; ne yazık ki ‘Anadolu irfanı’nın insanları dürüstlük, ahlak, hukuk-adalet, hakkaniyet gibi temel değerlere değil, tamamen siyasi bir aparat olarak kullanılan ezan, cami, din-iman, Bakara-makara gibi kavramlara itibar ederek sandıkta oylarını kullanmışlardır.
Kabul edelim ki toplumumuzun hemen bütün kesimleri nezdinde, dürüst ve ahlaklı olmak öyle sanıldığı gibi matah bir durum değimdir. Çünkü halkımızın iktidarlardan beklentisinin formülü son derece basittir: “Kendisi yesin, bizi de görsün, doyursun…”
Dolayısıyla Anadolu irfanımızın en önemli tezahürü olan bu görüntülere bakarak hayıflanmaya ve umutsuzluğa kapılmaya hiç gerek yok. Doğru her zaman hükmünü icra edecek, erdemli insanlar iyiliği, adaleti, özgürlüğü her zaman savunmaya devem edeceklerdir.
Esas itibariyle bugün şikayet ettiğimiz pek çok toplumsal davranışın temelinde, bireylerin iradelerini özgürce kullanamama gibi bir zaafın olduğunu da bilmek gerekiyor. Çünkü bireylerin iradelerini ipotek altına alan güçlü bir ‘itaat kültürü’ hakimdir.
Aydınlanma filozofu İmmanuel Kant, bireylerin özgürlükleri üzerindeki baskıları tarif ederken çok önemli bir tespitte bulunuyor: “Mamafih aydınlanma için sadece hürriyet gereklidir. Ve gerçekten aydınlanma kelimesinin münasip bir biçimde tatbik edilebileceği şeylerin hepsi arasında en fazla zararsız (en az zararlı) olanıdır. O, kişinin aklını her alanda (her konuda), aleni olarak kullanabilmesi özgürlüğüdür. Ne var ki her taraftan aynı çığlığı işitmekteyim: ‘Tartışmayın!’; subay: ‘Tartışma hizaya geç!’; vergi tahsildarı: ‘Tartışma öde!’; rahip: ‘Tartışma iman et!’ diye bağırıyor. Dünyada yalnızca tek bir prens, ‘İstediğin kadar, istediğin şey hakkında tartış, fakat itaat et’ demektedir. Her yerde hürriyet üzerinde kısıtlamalar var.” (Liberal Düşünce, Çev. Atilla Yayla)
Bilmek gerekiyor ki insanların iyiliği hak edebilmeleri için sadece kötülüğe sabretmeleri değil, aynı zamanda güçlü bir şekilde iyiliği de istemeleri gerekiyor.