Türkiye’de siyasi yelpazenin bir alanı tamamen boş
Yıl 1930. Atatürk, ‘Yurt dışında bizi diktatör gibi görüyorlar’ demiş, yakın arkadaşı Ali Fethi Okyar’dan bir muhalefet partisi kurmasını istemiştir.
Kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası bir anda çok büyük ilgi görür, Okyar’ı İzmir’de yüzbinler karşılar vs. Parti daha kuruluşunu tamamlayamadan yapılan yerel seçime katılır.
Atatürk seçimin sonucunu Çankaya Köşkü’nde takip etmektedir. Öözel kadem müdürlerinden Hasan Rıza Soyak’a sonuçları sorar. Soyak, ‘Bizim parti kazanıyor efendim’ der. Atatürk ona döner, ‘Hayır efendim. Hiç de öyle değil’ der. ‘Hangi fırkanın kazandığını ben sana söyleyeyim: Kazanan idare fırkasıdır, çocuk! Yani jandarma, polis, nahiye müdürü, kaymakam ve valiler.’
Bu çok meşhur anektod, Atatürk’ün Türkiye’de siyasetin doğasını ne kadar iyi idrak ettiğininin bir örneğidir. Siyasi tarihimizde çok ender yaşadığımız bazı anormallikler dışında seçimleri bizde hep ‘idare fırkası’ kazanmıştır. Son seçimde de öyle oldu nitekim.
Dünyada, ilk siyasi partilerin seçimli demokrasinin ve hukukun üstünlüğü prensibinin doğduğu yer olan Birleşik Krallık’ta kurulduğunu biliyoruz. Bir tarafta kralın parlamentoya karşı daha güçlü olmasını savunan ‘Torry’ler (Yani bugünün Muhafazakar Partisi), diğer tarafta ise kralın gücünün daha fazla sınırlanmasını isteyen ‘Whig’ler (Bugünün Liberal Partisi) vardı. Ülkenin o günkü siyasi bölünmesi buydu.
Parlamentoya daha fazla yetki isteyen ‘Whig’ler (Peruklular) burjuvaziden oluşuyordu; keyfi yönetime karşı hukukun üstünlüğü onların ortak çıkarıydı.
Paris Komünü’nün ardından Kıta Avrupasında da siyasi taleplerde farklılaşma başlayınca siyaset partiler aracılığıyla yapılır oldu.
Türkiye’de ise siyaset ve siyasi partiler, sivil taleplerden değil, devleti kurtarmak için sunulan çarelerden doğdu. Bu anlamda bizde siyasetin kökeni sivil değildir; söz konusu olan devleti kurtarmaktır hep ve partilerin devletin nasıl kurtarılacağına dair çok keskin görüşleri vardır.
1808-1839 arası tahtta kalan 2. Mahmut modernleşme yönünde en köklü reformları yapan padişah sayılmalı. Sadece Yeniçeri ocağını kapatmadı, orduyu ve devleti modernleştirmek için modern eğitim kurumlarını da o başlattı. Böylece Osmanlı tarihinde ilk kez insanların saray dışında okullarda eğitilmesi, yani kısmen de olsa saray dışı eğitimli, hatta ‘aydın’ denebilecek insanların ortaya çıkması mümkün oldu.
Batının sivil yani devlet dışı ve kilise dışı aydını yüzyıllardır vardı, Osmanlı bu konuda yarım yamalak bir adım atıyordu. Bizim ‘milli aydın sporumuz’ olan vatan-millet-devlet kurtarma sporu, bu yarım yamalak aydınların ortaya çıkmasıyla başladı.
İlk ortaya çıkan fikir, Osmanlıcılık’tı. Başını Namık Kemal gibi isimlerin çektiği bu akım, esasen nüfusu ağırlıklı olarak müslüman Türk ve Araplarla Rum, Bulgar, Sırp vs Ortodokslardan oluşan imparatorluğu, ortak ‘Osmanlılık’ kimliğinin kurtaracağını, toprak kayıplarının ve etnik ayrılıkların böyle sona ereceğini öne sürüyordu.
Bu fikir tamamen ölmedi ama tamamen hayata da geçmedi; bazı hristiyanların bakan olması kimseye yetmedi, ayrılıkçılık sürdü. Bunun üzerine ‘İslamcılık’ fikri ağır bastı. Abdülhamid bu fikri bir dış politika silahı olarak en çok kullanan padişah oldu ama o da toprak kayıplarını engelleyemedi.
1. Dünya Savaşı’nda Arapların Osmanlı’nın karşısında ve İtilaf Devletleri ile işbirliği içinde olması, ‘İslamcılık’ fikrini de boğdu. Geriye kala kala Cumhuriyet’i kuran kadroların elinde bir tek Türkçülük kaldı.
Atatürk’ün ve CHP’nin kendisini yegane geçerli ve doğru fikri savunan parti olarak görmesinin kaynağında bu yatar. Geri kalan bütün fikirler denenmiş, yanlış olduğu görülmüş ve tüketilmiştir onlara göre.
Ama dikkat edin, bu fikirlerin tamamı ‘devletin bekası’yla ilgilidir, sokaktaki insanın refahıyla, mutluluğuyla, yaşam savaşıyla değil.
Fakat küçümsemeyin de: Bu ‘Devletin bekası’ meselesi, Türkiye’de çoğu zaman başka her şeyin önüne geçer, insanlar aç olduklarını unutur, devletin bekası uğruna kendilerini fakirleştiren insanlara bile oy verirler.
Öte yandan, Osmanlıda da vardı, Cumhuriyet boyunca da oldu; bu topraklarda devlet baskısına karşı çok kuvvetli bir sivil muhalefet damarı da her zaman oldu. Bu damar 1950’de Demokrat Parti’yi iktidara getirdi. 1964’te ve 69’da Adalet Partisi’ne oy verdi. 1983’te Turgut Özal’ı iktidara taşıdı; 2002’de de Ak Parti’yi.
Fakat bugünkü Tayyip Erdoğan ve Ak Parti, o ‘sivil direniş’çi kitlenin 2002’de iktidara getirdiği Ak Parti ve Tayyip Erdoğan aynı değil. Bir zamanlar devlet tarafından ‘Gayrı milli’ olmakla eleştirilen Ak Parti ve Tayyip Erdoğan, son seçimi ‘Devletin bekası’ söylemiyle, rakibinin de devleti yönetemeyeceğini anlatarak kazandı.
Bu devleti kuran parti olarak CHP, o sözünü ettiğim ‘sivil direniş’e belki en uzak parti ama yine de eski CHP 1970’lerde Bülent Ecevit’le sivilleşme çabasına girmişti. Hatta o yüzden Süleyman Demirel 1972 yılında ‘CHP ilk kez devlete yaslanmaktan vaz geçiyor ve ciddi bir siyasi rakip oluyor’ demek zorunda hissetmişti kendini. Ecevit bu sivilleşme çabasını etrafındaki çok ciddi bir aydın kadrosu sayesinde yapabilmişti. Yani altı doluydu bu çabanın.
Bugün CHP kendine siyasi yelpazede yer arıyor, adına ister ‘değişim’ deyin ister ‘yenilenme’ bu arayışların özü bu.
Naçizane benim görüşüm, bu yelpazedeki esas boş alanın sivil siyaseti savunmak konusu olduğu yönünde. Ama dediğim gibi CHP o alana girmeye en uzak parti. Oysa CHP devletten dışlanalı, devletle birlikte hareket edemez hale geleli çok oldu.
CHP’nin geleceğiyle ilgili tartışmaları istemesek de ciddiye almak zorundayız. Çünkü bu tartışma ülkemizde siyasetin geleceğiyle de ilgili.