Tanrının varlığını akılla kanıtlamak çok mu önemli?
Geçen hafta başlıktaki soruya kısmen cevap verdim aslında. İnanç sahibi insanların ezici çoğunluğu için hiç böyle bir gereklilik yok. Bu insanlar ‘İnanıyorum’ diyor ve mesele orada bitiyor.
Ama sayıları az da olsa, herkes öyle düşünmüyor işte. ‘İnanıyorum ama neden inanıyorum’ diye soranlar var.
Daha önce o kadar kapsayıcı değildi; son 3-4 bin yıldır Tanrının sadece dünyayı değil bütün evreni yaratan ve zaman kavramının dışında, doğa kanunlarının ötesinde bir varlık olduğuna inanıyoruz.
Örneğin İslamda Allah, ”Varlığı zorunlu olan” diye tarif edilir. Yani, yokluğu hayal dahi edilemeyen, bütün evrenin yaratıcısı. Her bakımdan anıtsal bir eser olan İslam Ansiklopedisi’nin Allah maddesinde şöyle bir paragraf var:
Allah’ın varlığı ile ilgilenen ilâhiyatçı ve düşünürler genellikle konunun özelliği üzerinde durarak O’nun varlığını ispat etmenin (isbât-ı vâcib) mümkün olup olmadığını tartışmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm O’nun âlemin yaratıcısı ve devam ettiricisi olduğunu ifade ederken (evvel ve âhir) bir bakıma apaçık bir bakıma gizli (zâhir ve bâtın) olduğunu da söylemiştir (el-Hadîd 57/3). O, varlığını, birliğini, olgun niteliklere sahip bulunduğunu tabiatın birçok nesne ve olayının göstermesi bakımından apaçık, fakat zâtının duyu organlarımızla idrak edilememesi bakımından gizlidir. Zât-ı ilâhiyyenin dünya hayatı şartları içinde insan tarafından duyularla idrak edilemeyeceği, âhirette ise bu idrakin gerçekleşeceği konusunda İslâm bilginleri -bazı görüş ayrılıkları bir yana- fikir birliği içindedirler.
Bekir Topaloğlu tarafından kaleme alınan maddenin başka bir yerinde şu ilginç cümleler var:
Şunu da belirtmek gerekir ki iman ve onun temelini oluşturan Allah’ın varlığı konusu, “iki kere iki dört eder” ölçüsünde kaçınılmaz bir sonuç olsaydı tercihe dayalı bir değer taşımaz, ceza veya mükâfatı gerektirmezdi. Ayrıca semavî dinlerin büyük bir değer verdiği insanın ve onu diğer canlılardan ayıran seçme hürriyetinin üstünlüğü de kalmazdı.
Görüyorsunuz, bu son paragrafta anlatılan şey, son üç haftadır burada ucundan kenarından yazmaya çalıştığım Tanrının varlığını kanıtlayabilir miyiz sorusunun ister istemez sorulduğunun da bir göstergesi.
Nitekim tam da bu sebeple, Mutezile okulunun temel iddiası, Allah’ı aklımızla idrak edebileceğimizdi.
Şöyle bir basit akıl yürütmeleri vardı: Bu dünyada neden kötülük var? Allah neden kötülükleri engellemiyor? İstese engelleyemez mi? Elbette engelleyebilir. Ama Allah bize akıl verdi, iyilikle kötülüğü bizim ayırt etmemizi bekliyor. İyi olmak veya kötülük yapmak bizim kendi seçimimiz. Allah bize iyi olmamızı emrediyor sadece, iyilik yolunu kendi aklımızla bulmalıyız. Öyleyse Allah’la ilişkimizde aklımızı hep ön planda tutmalıyız.
Bu yazıları bir akıl-vahiy tartışmasına çevirmek istemiyorum, muradım bu değil. Anlatmaya çalıştığım şey, tanrının varlığını akılla kanıtlamakla tanrıya akılla yaklaşmak arasındaki yakın ilişki.
Bu ilişkinin tarihine baktığımızda, Yahudilikte de, Hristiyanlıkta da , İslamda da aynı arayışın yaşandığını görüyoruz.
İslam dünyasında Allah’ın varlığını akıl yürütmeyle kanıtlamaya çalışan ilk isim olan Kindi, 800’lü yıllarda yaşamıştı. Hristiyan aleminde bu çabaya giren ilk isim Canterbury’lü Aziz Anselm, bunu 11. yüzyılda yazdığı bir kitapta yapmıştı.
‘Ontolojik önerme’ veya İslamdaki adıyla ‘İspat-ı vacib’ binlerce yıldır din alimlerini de filozofları da meşgul ediyor. Geçen hafta burada aktardığım önerme biçimleri ve önerme örneklerine yönelik ağır eleştiriler de var. Yani sanmayın ki tek taraflı bir arayış var; ciddi bir tartışma yaşanıyor aslında.
Örneğin Aydınlanma’nın büyük filozofu Immanuel Kant, ‘Saf Aklın Eleştirisi’nde bütün ontolojik önermeleri birden eleştirir, bu önermelerin ‘var oluş’u yanlış biçimde bir ‘yüklem’ olarak kulandıklarını, oysa böyle bir fiil olamayacağını söyler.
Kant’ın söylediği çok ağır bir şeydi tabii, tek bir kerede aslında ‘ontolojik önerme’ diye bir şeyin olamayacağını söylemiş oluyordu.
Fakat Kant ne derse desin, insanlar bugün dahil ontolojik önermeler geliştirmeye çalışmaktan, bu konuyu tartışmaktan geri kalmıyorlar.
Yeniden tarihe dönmek ve ‘Batı felsefesinin kurucusu’ kabul edilen, Descartes’in tanrının varlığıyla ilgili ontolojik argümanını aktaracağım.
Biliyorsunuz ama tekrar edeceğim: Descartes ünlü argümanına hiçbir şeyin gerçek olmadığı varsayımıyla başlar ve kendi içine kadar döner, ‘Ama’ der, ‘Eğer ben kendi varlığımdan bile şüphe duyuyorsam, varım demektir. Şüphe ediyorum, o halde varım. Düşünüyorum, o halde varım.’
Bu argümanı yazan Descartes neredeyse hayatının tamamını bir manastırda geçiren inançlı bir katolikti. Descartes’ın ‘Meditasyonlar’ının 5. kitabında yazdığı son derece basit argüman şu:
1. Herhangi bir fikrin içerdiği bir şeyi açıkça ve belirgin biçimde algılayabiliyorsam, o şey doğrudur.
2. Ben açıkça ve belirgin biçimde tanrı fikrinin varlığının zorunlu olduğunu algılıyorum.
3. O halde tanrı vardır.
Bu argüman ilk bakışta son derece basit, hatta kaba gibi gözükse de, yüzyıllardır ayakta kalmayı başarmış sağlamlıkta bir argüman.
Gelin, haftaya daha yeni argümanlarla devam edelim.