Susurluk skandaldıysa şimdi tanık olduğumuz ne?
Dilimiz alışmış, “90’lı yılların karanlığı” diyoruz.
Binlerce insan faili meçhul cinayetlere kurban gitti; milyonlarca dolarlık haraçlar alındı verildi; cinayet makinası insanlar gördük.
Ama 90’lı yıllarda bile sonunda bu karanlığı yırtacak, etrafı biraz olsun aydınlatacak yolları vardı Türkiye’nin. Ümidi vardı en azından.
***
Susurluk’ta o Mercedes’in kamyona çarpmasının ertesi sabahı, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in uçağıyla bir yurt dışı geziye gidiyorduk. Böyle geziler öncesinde hep olduğu gibi Sabah gazetesi Ankara Temsilcisi Fatih Çekirge, YeniYüzyıl Ankara Temsilcisi Bilal Çetin ve ben sabah erken saatte buluştuk, Ulus’ta pasaj içindeki meşhur börekçide kahvaltı yaptık. Bu kazayı ve içinde geçen isimleri konuştuk.
Susurluk kazasında ölenlerin kimliği, benim hatırladığım o sabah bir tek bizim gazetede, Radikal’de ve Hürriyet’te vardı. Gece haber merkezi nöbetçisi Ertuğrul Mavioğlu’nun uyanıklığı, tecrübesi ve iyi gazeteciliği sayesinde. (Hürriyet’te de Nurcan Akad sayesinde.)
Uçakta Demirel’e kazayı sorduk. Farkında değildi, pek bir şey söylemedi. Aynı Demirel birkaç hafta içinde Susurluk kazasıyla ortaya çıkan ilişkiler zinciri için Çankaya Köşkü’nde bir “Liderler zirvesi” düzenledi. Bu zirve, tutanaklarına kadar gazetelerde yayınlandı.
Kazadan sadece birkaç gün sonra gazetem Radikal, Susurluk’ta ortaya çıkan şeyin adını koydu: Devlet çetesi.
Susurluk hiçbir zaman sonuna kadar aydınlanmadı ama 90’ların karanlığının yırtılmasında Susurluk’u dibine kadar izleyen gazetelerin ve gazetecilerin büyük katkıları oldu.
Dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, Tansu Çiller’in Başbakanlığı döneminde gayet muğlak bir Milli Güvenlik Kurulu kararına dayanarak bu “çete”yi PKK ile mücadele için kurmuştu. Buna paralel bir başka “çete” de Jandarma Genel Komutanlığı bünyesinde “JİTEM” adıyla oluşmuştu. Benim görüşüm, bu iki çetenin Türkiye’de o yıllarda yaşanan bütün faili meçhul cinayetlerden sorumlu olduğu yönünde.
JİTEM daha çok itirafçı PKK’lıları tetikçi olarak kullanırken Emniyet Genel Müdürlüğü içinde kurulan çetede Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı gibi eli kanlı eski ülkücüler vardı. (İfşaatlarıyla öğrendik, Sedat Peker de bu çeteye dahilmiş.) Bu çete, zaman içinde PKK’nın ana para kaynağının uyuşturucu olmasından hareketle bu trafiğe el attı ama trafiği durdurmak için değil, parayı kendilerine akıtmak için. Hedefleri Türkiye üzerinden eroini Avrupa’ya gönderen bütün aileleri kendi şemsiyeleri altında haraca bağlamak ve kontrol etmekti. Az kalsın bu hedefe ulaşıyorlardı
***
28 Şubat bir başka büyük karanlıktı ama Necmettin Erbakan’ı başbakanlıktan indiren o meşhur Anasol-D hükümeti de sonunda unutmayın, yolsuzluk nedeniyle düştü.
Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz ve Hazine Bakanı Güneş Taner, TürkBank’ın satışı ve etrafındaki yolsuzluk iddialarıyla Meclis’te gensoruyla düşürüldüler,. Bu sonuçta aralarında Radikal’den ben ve Hürriyet’ten Sedat Ergin gibi gazetecilerin de olduğu medyanın gösterdiği olağanüstü çabanın rolü büyüktür.
Bütün o ortamın içinde Mesut Yılmaz’ın ben dahil onlarca gazeteciyi kendi bakanları ve bürokratlarıyla yüzleştirdiği, Başbakanlık Konutu’nda yapılan ve saatler süren o toplantı, bugün bir rüya gibi. Bir başbakan, hakkındaki iddialarla yüzleşiyor, gazeteciler bakan ve bürokratları neredeyse çapraz sorguya tabi tutuyor. Bugün hayal dahi edilemez.
***
Türkiye böyle bir karanlıktan geldiği için, 2001 yılında kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kısaltması “Ak” sembolü de aydınlığı temsilen ampül oldu. Biz gazeteciler uzun süre, Ak Parti’ye AKP dedik, çünkü “Ak” olmayı hak edip etmediğini bilmiyorduk.
Dedim ya, Susurluk’ta ortaya çıkan “devlet çetesi”ydi. PKK ile mücadele bahanesiyle, kamu gücü kullanan, tamamı eski suçlu bir takım “sivil” kişiler, elde silah mafyayı haraca bağlamıştı. Haraç ödemeyenler öldürülüyordu. Bazen ödeseniz de öldürülüyordunuz.
Peki bugün durum ne? Suç örgütü lideri Sedat Peker’in itirafçı olmasıyla birlikte öğrendiğimiz manzara, Susurluk çetesini bir çeşit “amatörler topluluğu”na indirgiyor. Evet, bildiğimiz kadarıyla faili meçhul cinayet yok ama alıp birini sebepsiz yere hapse atabiliyorsanız, onu öldürmeye ne gerek var, değil mi?
Bugünün Susurluk ve 90’ların karanlığından en önemli farkı, o karanlıktan çıkma konusunda en ufak bir ümit ışığının dahi olmamasında.
Dün Susurluk’taki bir kamyon kazasını Cumhurbaşkanı’na sorabilen medya, bugün bırakın soru sormayı haber dahi yapamıyor.
90’lı yılların medyası sütten çıkmış ak kaşık değildi kuşkusuz ama medyanın kendisiyle ilgili eleştirileri de yine o medyada okuyordunuz, izliyordunuz, unutmayın. Yani medyanın sütten çıkmış ak kaşık olmadığını yine o medya sayesinde konuşuyordu Türkiye. Bugün Penguen belgeselini bile özlüyor; çünkü Gezi’yi canlı yayınlamasa bile haberini yapıyordu o yıllarda TV’ler.
Cumhurbaşkanı’nın damadının istifa ettiğini son anda can havliyle Instagram üzerinden ilan edebildiği, istifa haberinin 36 saat boyunca yayınlanmadığı bir ülkede yaşıyoruz.
Bir de 90’lı yıllara “karanlık” diyorsunuz…