İnsan dediğimiz makina…

Sağlık bilimleriyle uğraşanlar açısından insan vücudu bir makinadır; deterministik bir sistemdir.

Yani, insan vücudunun her fonksiyonu (buna düşünsel fonksiyonlar da dahil) neden sonuç ilişkisi içinde çalışırlar.

Herhangi bir arıza durumunda, arızaya neden olan şeyi bulup düzeltebilirseniz, arıza da ortadan kalkar. Böyle düşünür sağlıkçılar.

Böyle düşünmeye de mecburdurlar. Eldeki bilim paradigması bunu gerektirir.

Ayrıca, bu düşünce biçiminin ciddi bir başarı elde ettiği de muhakkak. Yani son 100 yıla bakarsanız ortalama insan ömrünün iki kattan fazla uzadığını, geçmişte ölümcül olan hastalıkların veya arızaların artık ya tamamen iyileşen ya da birlikte yaşanabilen şeylere dönüştüğünü görürsünüz.

Son korona salgınını hatırlayın. Başlangıçta kitleler halinde ölüyorduk; sonra bilim bir aşı geliştirdi. Bugün korkumuz kalmadı. Mikrop yok olmadı ama biz artık hastalansak bile bunu hafif bir soğuk algınlığı gibi atlatıyoruz.

Bilim, insanı hücresel düzeyde bir makine gibi görmeseydi, bağışıklık hücrelerimizin genetik kodunda değişiklik yapan o aşıyı geliştiremez, biz de bugün Çin’de milyonlarca insanın yaşadığı gibi hastalanmaya ve ölmeye devam ederdik.

Yalnız tabii insan vücudu dediğimiz ve prensip olarak deterministik kabul ettiğimiz makinayla ilgili bilmediğimiz, henüz tam mekanizmasını hala çözemediğimiz şeylerin sayısı, bildiklerimizden kat be kat fazla.

Bilemediğimiz şeylerin belki en fazla yoğunlaştığı vücut parçası ise beynimiz.

İki haftadır burada yapay zekaya bilinç kazandırıp kazandıramayacağımızı konuşuyoruz.

Bunu başarmak isteyen çok sayıda insan var dünyada. Hemen hemen hepsi, başarıya gidecek yolun insan beynini tanımaktan ve ‘bilinç’ adını verdiğimiz şeyin tam olarak ne olduğunu ve nereden ortaya çıktığını bulmaktan geçtiğini düşünüyor.

Geçen hafta tartıştım burada, bilincin tanımını yapmak da kolay değil. Benim tercih ettiğim tanım, varlığının farkında olmak. Ama pek çok felsefeci bilincin tecrübelerin toplamı olduğunu, daha doğrusu tecrübenin kendisi olduğunu düşünüyor.

Yani şöyle düşünün: Ayağınız kapıya sıkıştı ve canınız acıdı. Neden acıdığını ve sizin o acıyı hangi mekanizmayla hissettiğinizi biliyorsunuz. Ama o acı size aynı zamanda bir de deneyim yaşatıyor; hatırası kalan bir deneyim. İşte o deneyim neyden kaynaklanıyor ve onu neden yaşıyoruz, bunu bilmiyoruz.

Beğendiğiniz kadını veya adamı görüyorsunuz, kalp atışlarınız hızlanıyor ve aynı zamanda bir de sevinçle karışık bir heyecan duyuyorsunuz. Ve bu tecrübe beyninize kazınıyor; bir daha ne zaman o tecrübe aklınıza gelse aynı sevinci hatırlayacaksınız, hatta yeniden sevineceksiniz.

Peki ama beyin denen makine böyle bir tecrübeyi, o duyguyu yaratmaya neden ihtiyaç duyuyor?

Geçen hafta sözünü ettim, Avustralyalı filozof David Chalmers, bilinçle ilgili problemleri ikiye ayırıyor, bir kolay problemler var bir tane de zor problem.

Kolay problemlere bir örnek şu: Beğendiğiniz kadını veya adamı gördüğünüzde türü sürdürme iç güdüsü devreye giriyor, beyniniz emir veriyor, böbreküstü bezleriniz ve pankreasınız da adrenalin ve kortizon yolluyor damarlarınıza. Yaşadığınız kalp çırpıntısının ve heyecanın sebebi bu iki hormon.

Bu mekanizmayı gayet iyi biliyoruz.

Ama bu heyecan ve kalp çırpıntısının bizde sevinçle karışık bir duyguyu neden yarattığını ve bu duyguyu hafızamıza neden kazıdığını bilmiyoruz. İşte bu da bilinçle ilgili yegane büyük problemin ta kendisi.

Eğer beyin bir makineyse, hepimizde de aynı makine olduğuna göre, herkeste aynı çalışmalı, öyle değil mi?

Kolay problem açısından baktığımızda evet, hepimizde aynı mekanizma çalışıyor, kortizon ve adrenalin sayesinde kalp çırpıntısı ve heyecan yaşıyoruz.

Ama hiçbirimizin yaşadığı ve hafızasına kazıdığı tecrübe bir diğeriyle aynı değil.

Bu fark nereden geliyor ve neden farklı?

Açıkçası bilim bu sorunun cevabını bilmiyor. Günün birinde bilecek mi, ondan da emin değiliz ama çaresiz biçimde bu cevabı bulmasını umuyoruz.

Bazılarımız bu farka ‘ruh’ adını veriyor, bazılarımız ‘karakter’ diyor.

Ben konuyu tek bir basit örnekten hareketle anlatıyorum ama aslında biz bu büyük problemi duyguların ortaya çıktığı her durumda tekrar tekrar yaşıyoruz. Aynı durumlar karşısında hepimiz aynı duyguları yaşamıyoruz.

İyi ki de yaşamıyoruz; çünkü bu sayede insan diğerlerinden farklılaşıyor, o çeşitlilikten muazzam bir zenginlik doğuyor.

Hepimiz aynı duyguları yaşasak ne edebiyat olurdu, ne müzik, ne sinema, ne güzel sanatlar…

Bu farklılıklarımız olmasa büyük ihtimalle zaten bu konuları üzerinde tartıştığımız bilimi de ortaya çıkaramamış olurduk.

Ne bileyim, mesela antilop sürüsünden çok da farklı olmazdık.

Ama öte yandan bu farkların sebebini, o farkları ortaya çıkaran mekanizmayı ve her birimize aynı olaya bakıp farklı bir tecrübe yaşatan ‘şey’i bilmiyoruz.

Çünkü o şey, bizi aynı anda hem bir makina hem de kendine özgü yapan özellik.

Onu bilemediğimiz sürece yapay zekanın bir bilinci olamayacak. Yapay zeka sadece bir makina olarak kalacak.

YORUMLAR (38)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
38 Yorum