Ülkeler iki cinstir
Hesap verilebilirlik. Bu kavram, bu imkân, demokrasinin olmazsa olmazı sayılıyor. Bir tarafta bu anlayış, diğer tarafta, geçen gün Sayın Adalet Bakanımızın sözü: “Herkes kendi işine baksın.” Öyle ya, bizim nasıl yönetildiğimiz, ülkenin kurumlarının nasıl çalıştığı, çalışıp çalışmadığı bizi ilgilendirmez. O sadece yüce yöneticilerimizin işidir, bizim işimiz değil.
Hesap verilebilirlik için hesap verme kanalları gerekir. Güvenoyu, soru önergesi, gensoru, meclis soruşturması velhasıl her türüyle meclis denetimi. Hamdolsun bunlardan büyük çapta kurtulduk.
Basın; yazılısıyla, sözlüsüyle, görüntülüsüyle bir başka hesap verme ortamıdır. Bunu da baskılayabilirsiniz. Basın kuruluşlarını satın alırsınız. Olmadı, muhalifler çıktı… O zaman da icraatın eleştirilmesini cumhurbaşkanına hakaret kategorisine sokarsınız. Öyle ya, Sayın Cumhurbaşkanımız sadece cumhurbaşkanımız değil, aynı zamanda icranın da başı. Sonra savcıya derdinizi anlatırsınız: “Ben cumhurbaşkanını değil, iktidarı eleştirmiştim.” Hatırlayın, “128 milyar dolar ne oldu?” afişlerine cumhurbaşkanına hakaret soruşturması açılmıştı.
LİDERLER TELEVİZYONDA TARTIŞIRDI
Basın hesap verme ortamıdır dedim… Aklımda liderlerin televizyonda karşılıklı oturup tartışmaları var. En sonuncusu, Fransız başkanlık seçimlerinden önce Macron ile Le Pen’in tartışmasıydı. Hani daha önce de bahsettiğim, tarihimizden bir yaprak, televizyon açık oturumları: Demirel, Mesut Yılmaz, Türkeş, Çiller, Erbakan… Hepsi bir arada oturup tartışıyorlar ve herkes seyrediyor. Birbirlerine hain demiyorlar, terörist falan da demiyorlar. Suratlarını buruşturup, el kol hareketleri de yapmıyorlar. Adam gibi, efendi gibi Türkiye’nin meselelerini tartışıyorlar… Efendi liderler. YouTube’a “liderler açık oturumu” yazınız. 1991, 1992, 1995… Hepsi çıkıyor.
Televizyonun icadı, İkinci Dünya Harbi’nden önce. Fakat ticarileşip evlere dağılması, harp sonrasında. 1950’lerde, ABD’de âdeta bir patlama yaşanıyor. 1956’da her üç haneden ikisinde televizyon var. 1950’ler… İTÜ’nün kısa menzilli deneme yayınını saymazsak bizde, ilk televizyon yayını 1968’de. Aramızda bir nesil müddetinde faz farkı var. Neden bu kadar geciktik? Yarım asrı aşkın süredir kendi kendime sorarım: Televizyonun ortak kültür yaratmadaki gücünü göz önüne alırsak acaba TV bizde gecikmeseydi bugünümüz nasıl olurdu? Bir düşünün.
DESPOTLUK TEKRARLANMASIN DİYE
Geçmişe mazi diyorlar, ama ben yine de televizyonda siyasilerin tartışmalarının tarihine bir göz attım. ABD’de, 1956’da Maryland Üniversitesi öğrencisi Fred Kahn, Başkan Dwight Eisenhover ile Demokrat Parti başkan adayı Adlai Stevenson televizyonda tartışsınlar diye bir kampanya başlatıyor. Kahn, Alman, Yahudi asıllı bir Amerikan ve bu çırpınışının derin bir sebebi var: Ailesiyle birlikte, Nazi kamplarından geçip hayatta kalan ender insanlardan. Bu felaketlerin tekrarlanmaması, demokrasinin devamı, halkın siyasetle ilgilenmesi ve rol alması için siyasilerin halkın önünde tartışmasını gerekli ve önemli buluyor. Otoritenin kara bulutları ülkenin üstüne çökmesin diye… Ancak, Eisenhover- Stevenson yarışmasında bu gerçekleşmiyor.
Başkan adaylarının ilk televizyon tartışması 1960 yılında, Richard Nixon ile John Fitzgerald Kennedy arasında. ABD, demokrasisinin propagandasını yapmak için dünyanın her yerinde bu tartışmayı kitlelere ulaştırmaya çalıştı. Televizyonu olan ülkelere televizyonla, olmayanlara filmlerle. O günlerde sinemalarda, film başlamadan önce beş-altı dakikalık dünya haberleri gösterilirdi. Bizler de Nixon- Kennedy tartışmasını defalarca seyrettik.
LİDERLERİ TARTIŞABİLEN VE TARTIŞAMAYAN ÜLKELER
Hesap verilebilirlikten buraya geldim. Niçin? Çünkü iktidar sahiplerinin olsun muhalefetin olsun, karşıtlarıyla halkın önüne çıkıp, sövmeden, saymadan, hakaret etmeden efendi gibi tartışmaları da bir hesap verme yöntemidir. Bunun mümkün olabilmesi için ilgililerin tamamının şu ilkeyi benimsemesi lazım: Siyasi parti liderleri, mensupları, yöneticileri ister iktidarda, ister muhalefette olsun, eşittir; eşit haklara sahiptir. Birbirlerinin yerine geçebilirler. Bugün iktidarda olan, yarın, korkmadan, çekinmeden muhalefete geçebilir ve orada da siyasi hayatını sürdürebilir. Bugün muhalefette olan, yarın, iktidara gelebilir ve o da yapıp ettiklerinden, yapıp edemediklerinden halkın önünde sigaya çekilebilir.
İktidarın ve muhalefetin liderleri, yöneticilerinin halkın önünde tartışabildikleri ve tartışamadıkları ülkeleri, zihninizden bir sayın bakalım. Mesela Stalin, muhalifiyle sahnede tartışabilir miydi? Yahut Hitler? Diyeceksiniz ki “Onlar muhalif bırakmamışlardı ki!” Haklısınız. Daha ülke ülke bir bakın. Hangi iktidarlar muhalifleriyle tartışabiliyor, hesap verebiliyor; hangileri tartışamıyor, hesap vermekten fellik fellik kaçıyor?
Bu yazıya, Macron ile Le Pen’in televizyonda tartışması ilham verdi. Sonuçta ülkeleri ikiye ayırdım: İktidarın lideriyle muhalefetin liderinin, televizyonda tartışabildiği ülkeler ve tartışamadığı ülkeler. Biz hangisiyiz dersiniz?