Taksirle ölüme sebebiyet
Taksirle ölüme sebebiyet… Depremde binlerce insanımızı öldüren binaların sorumluları, yani müteahhitleri, o binaların öyle yapılmasına izin verenler, bu suçla yargılanacak. Kusurundan ötürü, eksikliğinden, önleminin yetersizliğinden dolayı adam öldürmekten. Bu suç kaç kademe yukarı çıkar acaba? Görevi doğru bina yapmakken yapmayan, kusurlu. O binayı kontrol etmesi gerekirken etmeyen; ettiyse de gördüğünü raporlamayan, kusurlu. O binaya izin vermemesi gerekirken veren, evrağa imza atmaması gerekirken atan, kusurlu. Peki, bütün bu suçları işleyenleri o görevlere tayin eden? Onların o görevlere layık olup olmadıklarını, yeterli olup olmadıklarını sorgulamadan tayin eden? O görevle alakası olmadığını bile bile tayin eden? Pirüpak mı? Kusursuz mu?
İnşaat böyle. Peki, zamanında müdahale etmeyip o binlerce insanımızın enkaz altında veya soğuktan donarak ölmesine sebep olanlar? Taksirle ölüme sebebiyet mi bu da? Şüphesiz öyle. Fakat müteahhidin dışında başka suçlunun telaffuz edildiğini ben duymadım.
Sonra o taksir, yani kusur, yani eksiklik yukarı doğru izlenmez mi? Liyakat, yeterlilik...
Küçük hata yapana bile sorarlar: Aklı neredeydi? Peki, on binlerin ölümüne sebep olana sorulmaz mı bu?
Aklın neredeydi?
AKLI NEREDEYDİ?
Aklı neredeydi biliyor musunuz? Fırsat bu fırsattı… Gerçi tahsilinin, tecrübesinin kurtarma ile yardım ile bir ilgisi yoktu ama bütün bu eksikliğine rağmen o makama gelmişti, getirilmişti. Tesadüf değildi bu.
Sadakatle yaptığı hizmetleri karşılığında, o makam ona lütfedilmişti. İşte tayini imzalanmıştı. Şimdi, tıpkı Kenya’da, Kikiyu kabilesinden iktidarı devralan Kalenjin kabilesi mensupları gibi “yeme sırası bizde” idi. https://www.karar.com/yazarlar/iskender-oksuz/kenya-ve-biz-1589465 Ama tek başına yerse ayıp olurdu.
Akrabasını da oralara tayin için çalışacaktı. Bu yüzden taksirlilerin aile, sülale boyu iş başında bulunduklarını görüyoruz. Yanına, altına tayin edilenlerin de usulünce ve uygun miktarlarda yemelerini temin etmek, yemelerine ses çıkarmamak da boynunun borcuydu.
Ya deprem olursa… Adam sen de. Olmamış olmamış da tam ben buranın tadını çıkaracakken mi olacak bu deprem? Bak yirmi yıl içinde, altmış, yetmiş yıl içinde diye konuşuyorlar. O kadar zamanda kim öle, kim kala. Fırsat bu fırsattır. Efendimiz beni buraya tayin etmiştir. Benim hedefim, odağım, efendimizin bir dediğini iki etmemek, onun ve teşkilatının gönderdiklerini hemen tayin etmektir. Bu arada akraba sevgisi imandandır, kendi akrabalarımın da tayinini sağlamaktır pek tabii. Kim takar depremi.
FUKUYAMA’NIN DEVLETLERİ
Fukuyama, devletleri iki boyutta inceliyor. Birinci boyut, nelere karıştıkları. Devlet elzem görevlere mi odaklanmış, yoksa vatandaşın her davranışına, her işine mi burnunu sokma hevesinde? İkinci boyut, devletin ele aldığı konulardaki etkisi. Koyduğu yasağı uygulayabiliyor mu? Koyduğu vergiyi toplayabiliyor mu?
Yönetimde, iki boyutlu birçok değerlendirmede olduğu gibi bu iki boyut da dört kutulu bir “matris” doğuruyor. Devletler dörde ayrılıyor: 1) Çok işe karışıp o işleri pek beceremeyenler. 2) Çok işe karışıp hepsini becerenler. 3) Az işe karışıp o az işi de doğru dürüst beceremeyenler. 4) Az işe karışan, fakat karıştığı işi becerenler. (2) ve (3)’e bizim dünyamızda pek rastlanmıyor. Daha çok (1) ve (2) hâkim.
Fukuyama, kitabında, (1) için eski komünist ülkeleri gösteriyordu. Bol mevzuat, pek az icraat. Fakat mevzuatın bolluğu, o ülke memurlarının, kitabın birçok yerine dayanarak insanlardan rüşvet alabilmelerini kolaylaştırıyordu.
BECEREMEYEN DEVLET
Her işe burnunu sokup hiçbirini hakkıyla yapamayanlar, eski komünist ülkelerden ibaret değil. Ayıp olur mu, olmaz mı bakmadan, Fukuyama mesela Uganda’yı da işaret ediyordu. Vergi koyuyor ama toplayamıyor diye. Sonra da ABD liberallerine laf atıyordu: Bakın, siz de vergiler azalsın deyip durursunuz. Demek ki Uganda bir liberal cenneti. Ve sizin teorilerinize rağmen pek fakir, zavallı. (Fukuyama’yı “Tarihin Sonu ve Son İnsan”dan ibaret azgın bir liberal- kapitalist sananlara duyurulur.)
Bakınız, kabahat devlette değil, devletin o mevkilerinde oturanlardadır. O mevkilere liyakatsizleri getirenlerdedir. Tabii, liyakatsizliğine rağmen koltuğa “yeme sırası bizde” diye yapışanlarda da… Onların odağı, o mevkilerin yapması gereken işlere değildir ki. Onların odağı tayinlerde, terfilerde, maaşlarda, hakkı huzurlarda, Uganda ve eski Sovyet ülkeleri gibi vatandaştan veya büyük şirketlerden paylarına düşenlerdedir.
Peki tedavi? Tedavi, ülkeyi, çok işe karışıp hiç birini doğru dürüst beceremeyen bölgesinden çıkarıp, az fakat asli işlerini hakkıyla yapan devlete kavuşturmaktır. Yoksa bina yönetmeliğini kanun hâline getirmekle, çimentonun nasıl karılacağını anayasaya koymakla sorunu çözemezsiniz.
Bilgi, beceri; yani liyakat ve odak, odak, odak. İşe odaklanma, adama adanma değil.