Her şey satışta- her şey mezatta
Bir yanda idealler: Çalışmaya saygı, üretmeye saygı, canlıya saygı, doğaya saygı. Diğer yanda popülist politikacının vaatleri: O da bedava, bu da bedava. Çalıştığın yeter artık sen de emekli oluver. Beş vereceğim. Beş değil on beş vereceğim!
Cuma yazımda dostum Mustafa Tezel’in iki nesil büyüklerinin toprağa, ürüne, ağaca, bağa, bahçeye bakışlarını anlatmıştım. Bağını iyi paraya alıp fabrika yapmak isteyen kişiye verdikleri, “Oğlum, burası bağ. Allah bizi çarpar. Sen fabrika yapacak başka yer bulamadın mı? Sen git, ekip-dikilmeyen yerde kur fabrikanı.” cevabını.
Bu hikâye bana başka hikâyeleri hatırlattı. Tabii tarih mi destan mı bilmiyoruz ama Mete’nin her şeyini verip ülkenin bir taş parçasını vermemek için savaşmasını. Masal diyeceksiniz ama masallar gerçek duyguların üstüne kurulur. Bağda fabrika yapılmayacağı ise daha dün gibi bir gerçek. Fakat bana daha başka hikâyeleri hatırlattı. Ana fikir toprağa, çalışmaya ve üretime saygı. Nasıl bir saygı! Öyle bir saygı ki değil toprağı satmak, o topraktan elleriyle, tırnaklarıyla çıkardığı ürünü bile para karşılığı vermeyi günah sayan bir kültürü! Bugün kulağa saçma gelebilir ama dün gerçeğin ta kendisiymiş. Nereden hatırladım, Prof. Dr. Mümtaz Turhan hocanın Kültür Değişmeleri’nden.
NE SATILIR NE SATILMAZ?
Mümtaz Hoca, doğup büyüdüğü Erzurum’un Horasan Köyü’ndendir. Sonra ora köylerine sosyal psikolog olarak döner ve gözlemlerini nakleder:
“Aradan bir hayli zaman geçtikten sonra başka bir köye ziyarete gitmiştim. Yine köyün ileri gelenleri misafiri bulunduğum zatın evinde toplanmış konuşuyorlardı. Bu defa konuşmanın mevzuunu o anda aralarında olmayan birisi teşkil ediyordu. Herkes aleyhinde söylüyor, ağır ithamlarda bulunuyordu. Yanımda oturanlardan birisinden bu adamı niçin sevmediklerinin sebebini sordum. «Efendim, çavdar ekip satıyor» diye cevap verdi. «Peki bunun fenalık neresinde, satın alanlar bunun çavdar olduğunu bilmiyorlar mı?» sualine de muhatabım «bilmez olurlar mı? Elbette biliyorlar; zaten çoğunu hükümet satın alıyor» cevabını verdiği bir sırada diğer hazır bulunanlar söze karışmış, konuşma umumileşmişti. Hepsi de benim bu husustaki fikrimi öğrenmek istiyorlardı. Ben de çavdarın daha verimli ve istifadeli olup olmadığını sormuştum. Onlar da «tabiî, çok verimli ve karlı, aslına bakarsan onun zengin olmasının sebebi de budur» demiş ve hemen ilâve etmişlerdi: «Fakat göreceksiniz felah bulmayacaktır, eninde sonunda akibeti fena olacaktır. Bu haysiyetli bir insanın yapacağı iş değildir. Allah hiç kimseyi cezasız bırakmaz.» Bu sözler üzerine ben hayretten hayrete düşüyordum. Zira bu adamı çok iyi tanıyordum; gayet zeki, müteşebbis, oldukça tahsil görmüş, şeref ve haysiyetini bilen, dürüst bir insandı. Köyde çatısı saçla döşenmiş yegâne ev onundu; atla çekilen ve bütün cemaat içinde işler halde bulunan biricik biçme makinesini de o kullanıyordu. Bundan başka mensup olduğu kazayı, vilâyet umum meclisinde temsil eden iki kişiden birisi de oydu. Onun için hakkındaki dedikoduları çekememezliğe ve diğer şahsi sebeplere hamletmiş pek ehemmiyet vermemiştim. Fakat konuşma ilerledikçe hazır olanlardan hiç birisinin bu zata karşı ne şahsi bir kızgınlığa, çekememezliğe, ne de herhangi fena bir niyete delâlet eden bir his beslemediklerine hükmetmiştim. Bütün mesele şuydu: Onlara göre, çiftçilik sadece maddî ihtiyaçları tatmine yarayan alelâde bir meşgale, bir meslek değildi; o, bütün insanî, maddî, manevî (dinî, ahlâkî, bediî) ihtiyaçları, his ve heyecanları tatminle mükellef oldukça işlenmiş bir kültürün özü ve mümessili idi. Asırların geliştirip olgunlaştırdığı bu mürekkep, maşerî faaliyet birtakım normlara, şekillere, dinî, ahlâkî ve hattâ bediî bazı kayıt ve kaidelere, ölçü ve kıymetlere dayanıyordu. Onun için bunların dışına çıkanlar, yalnız bazı örf ve âdetlere, ahlâkî kayıtlara karşı saygısızlık göstermiyor, aynı zamanda mesleğin haysiyet ve şerefini de bozmuş; onu sırf maddî ihtiyaçların tatminine yarayan bir vasıta, bir alet derecesine kadar düşürmüş oluyorlardı. İşte bu şiddetli aksülâmellerin sebebi bu idi. Yoksa ne maddî kazanç istihfaf ediliyor, ne de buna karşı istiğna gösteriliyordu. Yalnız bu kazancın, mensup oldukları kültürün bütün kayıtları, ihtimamı ve ananesi içinde temin edilmiş olması lâzımdı.” (Kültür Değişmeleri, Çamlıca Yayınları 5. Baskı 2006s. 92- 93)
YALNIZ BİZ Mİ, HEPİMİZ
Nerelerden çıkıp nerelere gelmişiz. Kazancın ahlakı, ananesi, kaydı mı olur! Ya siyasetin?
Bir kasırga katiyetiyle üzerimize gelen krizi görmezden gelip bedava gelir, bedava hizmet ve mal vadeden popülistlerde değil bütün suç. “Olsun, varsın yalan söylesin. Siyaset böyle yapılır.” diyenlerde de. Onların böyle davranmalarına tepki göstermeyenlerde de... Ne diyordu Binali Yıldırım Bey, “Seçim kampanyalarında söylenenle, sorumluluk omuzlarınıza yüklenince söylemleriniz hiçbir zaman aynı olmaz. Hiçbir ülkede de aynı olmaz. Bu siyasetin gereğidir, siyasetle hakikat, her zaman birbiriyle örtüşmez. Bu Türkiye için değil, dünya için böyledir. Şimdi siz, zannediyor musunuz ki, Avrupa’daki söylemlerin, bunu söyleyenlerin gerçek fikridir, elbette değildir» (https://www.facebook.com/watch/?v=2202804183170810 )
Ona göre dinleyin onları… Sonra düşünün: Ölçüsüz vaatler karşısında 1950’lerin Erzurum köylüsü ne düşünür, ne derdi acaba?