Bizde o ortam yok da, bizim ortam nasıl ortam?
Bizim insanlarımızın, yurt dışındaki başarı hikâyeleriyle gurur duyuyoruz. Aziz Sancar gibi, Özlem Türeci ve Uğur Şahin gibi, rahmetli hocam Oktay Sinanoğlu gibi tanınmışlardan başka, basınımızda adı geçen fakat birinci grup kadar yaygın tanınmayanların isimlerini geçen yazımda vermiştim. Kısa ve rastgele ama göğüs kabartan bir listeydi. Sonra sordum: Niçin burada değiller? Ardından bir yorum yapmıştım: Mülakatta kalırlardı her halde! Bu yorum ne kadar ciddî, ne kadar şaka? Samimiyetle söyleyeyim, emin değilim. Ciddiyeti yarıdan fazla galiba.
Bu noktaya gelindiğinde genellikle, “Burada o ortamı bulamıyorlar.” denir. “Bu ortam” anahtarı bütün kapıları açar. Ortam… Hani doğa bilimlerinde “ekosistem” denilen şey. Öyle ya penguen Kızıl Deniz’de yaşayamaz. Deveyi Finlandiya’ya götürüp üretemezsiniz. Hadi daha kibar örnek olsun, kaktüs, Alaska’da yaşamaz; kardelen, Mısır’da. İşte tıpkı bunun gibi bazı insan tiplerinin hoşlanacağı, bazılarının da tahammül edemeyeceği, yaşayamayacağı ortamlar vardır, ekosistemler vardır demek ki.
BİZİM ONLARA İHTİYACIMIZ YOK Kİ!
Bilim adamlarımızın, yenilikçi girişimcilerimizin bulamadıkları ortam ne ola ki? Tek tek sayılır: Laboratuvar yok, maaş az vs., vs., vs.. İşin aslı başkadır. Gerçekten ortam yoktur ama mesele laboratuvardan ibaret değildir. Uçak konmayan havaalanları, geçilmeyen köprüler yapan bir ülke için laboratuvar, bunların zekâtı bile değildir. Öyle hovardaca harcamalarımız var ki, birkaç bilim ve fikir adamına boş harcamalarımızın onda birini versek istediklerinden fazla gelirleri olur. Bulunmayan ortam bu değil.
Ortam gerçekten yok. Çünkü bu ortamın, bu Türkiye’nin, bilim adamlarına, fikir adamlarına ihtiyacı yok! Belki daha doğru ifade şudur: Öyle bir ihtiyacı, ne biz duyuyoruz ne de her kademedeki kamu veya özel sektör duyuyor.
Şimdi üniversiteyi düşünün. Hiç “Şu araştırmaya yeterli fon ayırıyoruz.”, “Hayır ayırmıyoruz!”, “Falan alandaki bilim adamlarına ihtiyacımız var, ne yapıp edip bulalım, yetiştirelim.” gibi bir tartışmaya şahit oldunuz mu? Kulağımıza çarpan, bazen de yüreğimizi yaralayan tartışmalar bambaşka: “Falanca efendi rektör olsun mu? Filanca kişi gerçekten bütün akrabalarını üniversiteye mi almış? Hiç mi atıf almamış? Ne! Yayını da mı yokmuş!” Belli ki bizim üniversiteden beklediğimizle, o “ortamın” bulunduğu ülkelerdeki üniversitelerden beklenenler aynı değil. Bizim ihtiyaçlarımız daha farklı. Belki doğru söz, “daha süflî”. Maslow piramidinin en altında. Biz, “Biraz da biz yiyelim!” diyoruz.
BİRAZ DA BİZ YİYELİM EKOSİSTEMİ
Özel sektör yatırımcısını düşünün. Neyi tercih etsin? Her 5 yeni girişimden 4’ü ilk yıl batıyor. Birinci yıl ayakta kalan her 5 girişimden 4’ü de beşinci yıl sonuna kadar batıyor. Zaten bir teşebbüsün, bir yatırım maliyetini çıkarması için 5 ila 10 yıl gerekir. 5 yılda çıkaranlar istisnadır. Mesela Amazon, onlarca yıl bilançosunda kâr göstermemişti. Çünkü hedefi büyümekti.
Şimdi siz, Türkiye’de yatırımcı olsanız, iş insanı olsanız, yenilikçi yatırımı mı tercih edersiniz; büyücek bir hafriyat (toprağı kazıp taşıma) ihalesi peşinde koşmayı mı? Geçiş garantili köprüler, hasta garantili hastaneleri mi, bağışıklık tedavisini mi tercih edersiniz? Hele garantiler dolar cinsindense! Hatta bir adım daha ileri gidelim: Kendi başınıza iş yapmayı mı, devlete çalışmayı mı tercih edersiniz?
Eğer birinci yolu tercih edenler çoğunluktaysa, bu da dönüp tekrar ortamı etkiler. Derler ki, ceviz ağacı da çam da, altında başka cins bitki yetişmeyecek şekilde toprağı zehirler. Burada da benzer bir mekanizma çalışır. Çünkü piyasada yatırılacak paranın, açılacak kredinin hacmi sonsuz değildir. Kârlı olan kamuya çalışmaksa kamu da kendine çalışanlara verilecek parayı, yine kamudan alır: Vergi alır. Zam yapar. Bunlar yetmezse karşılıksız harcar, bu da enflasyon yapar. Sonuçta, yukarıda saydığım kâr garantili işler, hemen bütün kaynakları emer bitirir. Başka teşebbüslere kaynak kalmaz. Kredi piyasasında devletin, kaynakları tüketmesine “crowding out” diyorlar. Bu İngilizce söz, bir yeri kalabalıklaştırıp, başkalarının girmesine engel olmak anlamına geliyor. Ben işi kredi piyasasından daha geniş tuttum.
ÖZEL SEKTÖR DE ASLINDA DEVLET SEKTÖRÜDÜR
“Biraz da biz yiyelim.” ekonomilerinde, devlet sektörü, devlet sektörüdür, peki… Fakat devletten beslenen özel sektör de aslında devlet sektörüdür. Bu ekonomilerin sözde “iş adamları”, hayatlarında rekabet etmemişlerdir. Verimlilik, yenilik, risk hesabı yapmak gibi sıkıntıları olmamıştır. Yabancı ülkelerde de iş yapalım, mal ve hizmet satalım diye bir dertleri de yoktur.
Sonra bir gün iktidar değişir. Giden iktidar zamanında büyüyüp serpilen, o anlı şanlı firmalar da iktidarla birlikte göçü göçüverir. Çünkü onlar, kuvöze doğup, kuvözde büyümüş, kuvözde ihtiyarlamış, sakallı bebekler gibidir. Kendi başlarına ne beslenebilir, ne de nefes alabilirler. Onların yerini, yeni hafriyat ve inşaat firmaları alacaktır. Yenilikçi yatırım arayanlar, bilimin sınırlarını genişletmeye çalışanlar da uygun ortamlara göçmeye devam eder. Sonra gazetelerde okuruz: Bir Türk harikalar yarattı! “At konuştu!”, “Toplama- çıkarma yapan kedi!” haberlerinin hemen yanındaki sütunda.
Yeme sırası bizde ekonomilerinde, sıranız geçmeye görsün. Aç kalırsınız, çünkü bileğinizin hakkıyla rızkınızı kazanmayı hiç öğrenmediniz ki.
Karamsar bir yazı oldu. Fakat yanlış değil. Tek tük istisnalar var. Basınımızın bu istisnaları vermekle işlediği günah da… Onları başka bir yazıda ele alayım.