Ben yörüğüm! Ben devletimi istiyorum!
Bir önceki yazımda, kültür bir insan ömründe inşa edilemez demiştim. İster bir kişi, ister bütün bir toplum gayret etsin, kültür, bir ömürde yapılanamıyor. Kültüre ancak nesilden nesile aktarılarak, üst üste konularak, biriktirilerek, işlenerek ulaşılıyor. O zirvelere ancak böyle tırmanılıyor.
Gerçek dağların zirveleri gibi, çıkmak zor ama gerisin geri düşmek kolay.
Bundan yarım asır önce, yönetim biliminde "kurum kültürü" denilen şeyin ne kadar önemli olduğunu okuyunca hayret etmiştim. Fakat bu tespit, birçok şeyi de açıklayıveriyordu. Üniversite deyince dünyada niçin Harvard, Yale, Oxford, Cambridge her zaman tepelerde anılır? Yurt içinde niçin ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ ve daha birkaçı? Niçin dünyada ordu deyince akla öncelikle Türk ordusu gelir? Türkiye'nin en güzide kurumları sayılırken niçin Dışişleri ilk akla gelenlerdendir? Çünkü bunların arkasında bir kişi, bir nesil değil; nesiller ve ömürler; nesilleri ve ömürlerin birikimiyle inşa edilmiş kültür var. Tıpkı milletlerin kültürü gibi kurumların da kültürü...
Ve az önce söylediğim gibi kurmak zor, yıkmak kolaydır. Üniversitelerimizin hızla düşüşte olduğunu yazmayan kalmadı. Eyyyy esasına göre yönetilen dışişlerimiz de pek parlak görünmüyor.
YANAN ORMANLAR,
ÇÖKEN KURUMLAR
Evi, tarlası, bağı, hayvanları yanmış köylülerin videolarını seyrediyorum. Buyurun bir tane de siz seyredin: https://bit.ly/3ja5ZB6 Her şeyini kaybetmiş çiftçi haykırıyor: Ben yörüğüm, hükümet istemiyorum, devletimi istiyorum! Çiftçi "hükümet" derken hükümeti değil- hükümetsiz devlet olmaz- yangına çayla giden siyasîleri kastediyor. Yörüğün aradığı devlet de bir kurumdur. Devlet; kurumlara dayanan, kurumlar üstünde yükselen kurumların kurumudur. Onun da nesillerin mirası bir kültürü vardır. O kurumları çökertirseniz, tekrar kurmak, yeniden yükseltmek nesiller alır. Son tahlilde milletlerin gücü de zenginliği de kültüre dayanır: Milletin, devletin ve kurumlarının kültürüne… Geri kalmışların bir türlü kalkınamaması bundandır. Üstünlük ve refahın asırlarca sürmesi de…
Kurumların bir amacı vardır. Yönetim biliminde amaca bazen "misyon" deniyor. Kurumu kuranın, yönetenin yapması gereken; kurumun bütün mensuplarını, tepeden tırnağa o amaç etrafında kilitlemektir. İşte o kilitlenme, kurum kültürü ile hedefi yücelten ve her mensubu saran ruh ile sağlanır. Çoğu insanın sandığı gibi denetimle değil. Kurum kültürü, her ferdin içine bir denetim elemanı yerleştirir. İslamiyet'te "takva" denilen şey de budur. Dıştan gelen yap, yapma talimatları değil, gönüllere yerleşen kontrol memuru.
KURUMLARIN ÇÖKÜŞÜ
Kurumlara siyaset, nepotizm, kayırmacılık girince hedef yok olur. Çalışanların dikkati artık kurumun yapması gerekende değil, kimin hangi torpille girdiğinde, nereden ne avantaj sağlanacağında, kendilerini bu işe sokanlara nasıl çıkarlar sağlayabileceklerinde, başka hangi yandaşları işe alabileceklerindedir. Bir arkadaşım anlattı. Orman Mühendisi akrabası, yangından birkaç hafta önce istifa etmiş. Sebebi, "Mühendis çalışanlara talimat veremiyor. Çünkü birçoğunun parti teşkilatından torpili var." Başında bulunduğum bir kurumda da aynı olayı gözlemiştim. Çalışanların morallerinin ve işlerine bağlılıklarının sarsılmasına bir kişinin, sadece bir kişinin yukarıdan torpille bir noktaya tayin edilmesi yetmişti. İşte böyle çökülür.
Eski AKP'li bir tanıdığım şikâyet ediyordu: "Yangını önlemenin tekniğini konuşamıyoruz. İnsanlar öfke içinde, öfke hâkim." Ona soramadım, ortam müsait değildi. Cevabını bildiğimiz soru şu: Acaba neden?
Bir zamanlar parti liderlerinin televizyona çıkıp halkın karşısında memleket meselelerini tartıştıkları bir Türkiye vardı. Hani eski Türkiye! Ecevit, Demirel, Türkeş ve başka liderler. Birlikte oturur, birçok meselede anlaşamaz, bazılarında anlaşır fakat hiçbir zaman bir birlerini aşağılamazlardı. "Sen yalancısın, her dediğin yalan", "senin akıl sağlığın bozulmuş, doktora git", "sen teröristlere kol-kanat geriyorsun, aslında sen de teröristsin" ve benzeri itibarsızlaştırmaları, aşağılamaları onlardan duymazdık. Normal demokrasi ile yönetilen bir ülkenin liderleri gibi konuşurlardı. Bakınız 1991'e ait bir liderler açık oturumu: https://youtu.be/iooiiwunWlM Bu da 1989'dan İnönü, Özal, Demirel: https://youtu.be/HwxfPi_U4o0 Gençler hatırlamaz, Türkiye hep böyle değildi. Bir zamanlar bütün liderler eşitti.
ALLAH ALLAH HERKES NİÇİN ÖFKELİ?
Her şeye yetkili, fakat hiçbir şeyden sorumlu olmayan; bütün hayırları şahsına tapulayan, bütün şerlerden ya Allah'ı yahut da muhalefeti sorumlu tutan bir iktidarımız var. Yangında bile muhalefet aşağılanıyor. Siz iktidarın hiç öfkesiz konuştuğunu duydunuz mu? O, öfkeyle besleniyor, öfke soluyor.
Teknik konuşmuyoruz; öfke hâkim! Öyle mi? Acaba neden? Rüzgâr eken ne biçerdi?
Sıkıntılı günler, sıkıntılı konular. Bir fıkra ile bitireyim. İlgisi var mı, yok mu, siz karar verin. Hiç olmazsa efkâr dağıtırsınız:
Bir zamanlar Sümerbank diye bir devlet kuruluşu ve onun dokuma, basma fabrikaları vardı. Bunlardan birinde nizamiye nöbetçileri, bir işçinin zayıf girip, şişman çıktığını fark etmiş. Günlerce… Sonunda adamı yakalayıp paltosunu çıkartmışlar ve vücuduna sarılı top top kumaş bulmuşlar. Bekçiler kumaşın ucundan çekiyor, adam kendi ekseni etrafında dönüyor ve şöyle söyleniyormuş: Allah, Allah! Kim sardı bunları bana böyle!