Sürüye uymayan ‘yüzde 25’ fena bir oran değil
İstanbul’da Millet İttifakı adayı Ekrem İmamoğlu’nun kazandığı seçimin YSK tarafından iptal edilmesi üzerine burada yazdığım bir yazıda “AK Parti mahallesinde” bu haksızlığa karşı gösterilen iki türlü tepkiden söz etmiştim. Yapılan işlemi onaylayanlardan bir bölümü seçimde hile hurda olduğuna samimiyetle inanıyordu. Bir bölümü ise tabiri caizse “dosyanın içeriğini” pek umursamıyor, meseleyi “bizim mahalle” ile “öbür mahalle” arasında öteden beri devam edegelen kavganın safhalarından biri olarak görüyordu. Bunlar “Her ne olursa olsun mahallemizin çocuğunun yanıdır bizim yerimiz” diyorlardı. “Bizim çocuğun” haklı ya da haksız olmasının önemi yoktu… Hatta hak, hukuk, adalet vs. diyen “mahalledaş”larına da tepkililerdi. Diyorlardı ki “Ne çabuk unuttunuz bunların bize yaptıklarını…” Ve ekliyorlardı: “367 kararını, kapatma davasını vs. destekleyenlerle aynı safta mı yer alacağız!”
Bize yapılanlara yanlış olduğuna inandığımız için değil, “bize yapıldığı için” itiraz etmiştik itirafıydı bu aslında… Ancak bu işin bir döngüye dönüşmesi ihtimali ne olacak? Bugün başkasına yapıldığında “Oh olsun, onlar da bize neler yapmıştı” diyerek memnuniyetimizi ifade ettiğimiz haksızlık dönüp dolaşıp tekrar başımıza gelirse o zaman bundan ahlaki anlamda olumlu bir ders çıkarabilir miyiz? Görünen o ki bu ders pek çıkarılmıyor, döngü sürekli devam ediyor. Haksızlığa uğrayan taraf haksızlığı doğru teşhis ediyor ama karşı tarafın bunu kabul etmesine insan tabiatı zorluk çıkarıyor. Mahalleler lafa gelince ahlakı en yüce değer olarak savunuyor olsalar da pratikte bu ahlak uygulanmıyor. Çünkü siyaset bilimci Murat Önderman’ın tespitiyle, “Türk toplumunda kolektivist zihniyet ahlakın etki alanını grup sınırları içine hapsediyor.” Yani ahlak normları mahallelinin kendi arasındaki konularda geçerli oluyor, “öteki”lerle ilgili konularda geçerli olmuyor.
Demek ki neyin haklılık neyin haksızlık olduğu kararının mahallelerin ahlaki tutumlarına bırakılması çözüm değil, doğruyu yanlışı ayıracak üstün bir mekanizma gerekiyor. Bu mekanizma öncelikle hukuk düzeni elbette. Ancak toplumsal zihniyetin de hukuka uyumlu hale gelmesi lazım. Grup aidiyetlerinin üzerinde bir üst kimlik bilincinin gelişmesi lazım ki hukuk işleyebilsin. Siyasi iktidarlar yargıyı kontrol altına alma çabası içine giremesinler. Toplum böylesi girişimlere vize vermesin.
***
İnsan tabiatı dedik… Bu hususta çok meşhur bir deney var. ABD’de, yalnızca beyazların yaşadığı bir kasabada öğretmenlik yapan Jane Elliott üçüncü sınıfta okuyan (8 veya 9 yaşındaki) öğrencileriyle bir deney gerçekleştirmiş 1968’de. Siyahi haklarının savunucusu Martin Luther King’in öldürüldüğü günlerde ülkedeki ırkçı ayrımcılığın aslında ne anlama geldiğini uygulamalı şekilde göstermek üzere sınıftaki öğrencilerini göz renklerine göre iki gruba ayırmış. Mavi gözlülerin daha zeki ve çalışkan olduklarına dair “bilimsel” bulgulardan söz edip kahverengi gözlüleri en arka sıralara oturtmuş. Mavi gözlülere ise birtakım ayrıcalıklar tanımış. Bunun üzerine mavi gözlülerin ders başarısı artmış ve diğer arkadaşlarına kötü davranmaya başlamışlar. Akran zorbalığı almış başını gitmiş. Kahverengi gözlülerin de bütün neşesi kaçmış.
Ertesi gün öğretmen tam aksi yönde bir bilimsel kanıt bulunduğunu açıklamış. Göz rengini belirleyen melanin pigmentinin koyuluk derecesinin zekâ seviyesini yükselttiğini, dolayısıyla koyu renk gözlülerin daha akıllı olduğunu söylemiş. Bu sefer mavi gözlüler arka sıraya oturtulmuşlar. Ancak daha önce aynı aşağılanmayı yaşamış olan kahverengi gözlüler arkadaşlarına onlar kadar kötü davranmamışlar. Bir anlamda, kendilerine yapılmasını istemedikleri şeyi başkasına yapmamışlar.
***
Ne var ki yetişkinlerin böylesi durumlarda gösterdikleri tutum sekiz dokuz yaşlarındaki ilkokul öğrencilerinin anlayışından farklı olabiliyor… İstanbul seçiminin iptali örneğinde bunu onaylayanlardan bir bölümünün seçimde hile yapıldığına gerçekten inandığını, diğer bölümünün ise rövanşist yaklaşımla haksızlığı desteklemekten kendilerini alamadıklarını söylemiştim. Ancak YSK’nın seçim iptaline haksızlık diyerek karşı çıkanlar da vardı “mahalle”de. Bunlara dikkat çekerek şu değerlendirmeyi yapmıştım o zaman: “İşte bu tabloda mahallede hatırı sayılır sayıda birilerinin hakkaniyeti ve adaleti esas alan bir tavır göstermeleri, geleneğimizdeki ‘sana yapılmasını istemediğin şeyi başkalarına yapma’ öğüdünü hatırlatmaları, ahlak değerlerini kendi grup çıkarlarının önünde görmeleri çok değerli.”
Peki, böylesi durumlarda “mahalle”sinin ne dediğine bakmaksızın doğru olduğuna inandığı görüşü savunabilen kişilerin sayısı veya oranı ne kadardır?
Gerçi hangi birimize sorulsa derhal “Ben ne olursa olsun yanlışa yanlış doğruya doğru derim arkadaş!” deriz hepimiz. Ama pratikte her durumda doğruya doğru diyebilenlerimizin oranı yüzde yüz çıkmıyor maalesef. Yalnızca tartışmalı seçim sonuçları benzeri durumlardaki tutumlarımız değil bunu gösteren. Bilimsel çalışmalar da insanoğlunun bu husustaki zaaflarını sergileyen veriler ortaya koyuyor. Bu konuda da ABD’li sosyal psikolog Solomon Asch’in yaptığı meşhur bir bilimsel araştırma var.
Asch “mahalle baskısının” insan davranışlarını ne ölçüde etkilediğini gözlemlemek amacıyla 1951’de 50 öğrenci üzerinde bir deney gerçekleştirmiş. Deney yapıldığından habersiz öğrencilerin her biri önceden ayarlanmış 7 kişiyle birlikte alındıkları odada birtakım basit sorulara cevap vermişler. Denek ve diğer yedi kişi ilk sorulara doğru cevap vermişler. Son soruya ise diğerlerinin tamamı yanlış cevap verince katılımcı da onlara uyup yanlışı savunmuş. Deneye katılan 50 öğrenciden yüzde 75’i çoğunluğa uyarken yüzde 25 kendi doğrusunda ısrarcı olmuş.
Yüzde yirmibeş hiç de fena bir oran değil.