Okumadan alim olalım, dünyaya nizam verelim
Toplum olarak birtakım güzel hasletlerimiz de var, peşimizi bir türlü bırakmayan sıkıntı verici bazı hastalıklarımız da… “Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz” demiş eskiler. Noksanımızı bilelim ki neye ihtiyacımızın olduğunu da anlayabilelim.
Eğitim ve kültür seviyemizde problem var ama bunun okuryazarlıkla veya diploma sahibi olmakla ilgisi yok. Okuryazarlık oranımız ve diplomalı vatandaş sayımız yeterince yüksek olmakla birlikte eğitim sistemimiz gençlere okuduğunu anlama becerisi bile kazandıramıyor. PISA sonuçları bunu gösteriyor.
Birkaç köklü devlet üniversitesi ile birkaç vakıf üniversitesi dışarıda tutulursa, geriye kalan “yüksek lise”lerdeki eğitimin kalitesi de liselerden daha iyi değil. Sayılarını çoğaltmakla övündüğümüz üniversitelerimiz bilim üretmekle ilgili endekslerde en alt sıralarda. Çünkü bilim insanlarımıza hak ettikleri değeri vermediğimiz gibi, uluslararası standartlarda bilimsel araştırma ortamı da sunmuyoruz. Sayı nitelikten öncelikli bizim için, eski tabirle kemiyet keyfiyetten evla.
Bütün bunların sonucunda yaşanan yurt dışına beyin göçü sorununa yaklaşımımız “Giderlerse gitsinler” diye ifade ediliyor. Ne de olsa her alanda kendi adamlarımıza, yani “bizimkilere” yer açmak, değerli mevkileri “onların” elinden almak için çabalamak da gerekiyor. Kendiliğinizden çekip giden olursa memnun oluyoruz. O gidenler bizim gençlerimiz, bu milletin geleceği, bu ülkenin değeri diye düşünmüyoruz.
Toplumu “bizimkiler” ve “onlar” şeklinde bölüyoruz zihnimizde. Çünkü zihnimiz sosyolojik şartlar itibarıyla mahalle, sülale, aşiret aidiyetleri seviyesinin ötesinde bir milli aidiyet bilincine erişmiş durumda değil.
Bilhassa 1950’lerden itibaren büyük kentlere gerçekleşen plansız, kontrolsüz, hızlı ve çarpık göçün sonucu bu. Başka türlüsü beklenemez zaten. Ama böyle bir toplumsal yapı düşünme şeklimizi de davranışlarımızı da değer yargılarımızı da etkiliyor. Bundan dolayı ülkenin ve dünyanın gerçeklerinden ziyade kendi dar çevremizde tedavül eden ezberler yönümüzü belirliyor. Ezberlerimizi tekrarlamıyorsa bilginin, uzmanlığın, deneyimin kıymeti harbiyesi olmuyor
Toplumca yaşadığımız hadisenin adı değerler erozyonu. Toplumu ayakta tutan da özgün bir karakter veren de sahip olduğu değerlerdir. Bu bakımdan değerlerin şekilden şekle girdiği, toplum üzerindeki kontrolünü kaybettiği şartlarda kendimiz olarak kalmamız mümkün olmadığı gibi olmak istediğimiz şeye dönüşmek de söz konusu olmuyor.
Bu ülkede değerler erozyonunun ortaya çıkardığı belki de en ciddi problem kolaycılık hastalığı. Her şey kolayca olsun istiyoruz. Kitap okumadan alim olalım, çalışmadan zengin olalım, ağzımızı yormadan yemek yiyelim.
Bugünkü kaotik toplumsal yapı hiçbir alanda geleneksel düzeni sürdürmeye izin vermediği gibi hiçbir meslekte de usta çırak ilişkisi bırakmadı. Sahip olduğun bilginin, görgünün, eğitimin, donanımın, tecrübenin olmak istediğin şey için yeterli olup olmadığına kendin karar veriyorsun. Oldum deyince olmuş oluyorsun: “Gör zâhidi kim sâhib-i irşâd olayım der / Dün mektebe vardı bugün üstâd olayım der.”
Bağdatlı Rûhî’nin mısralarında ifade edilen veçhiyle dün mektebe başlayan üstad oluyor, üstad olunca da başka üstadları beğenmiyor haklı olarak! Çünkü herkes kolayca bir şey olabildiği için gerçekten “bir şey” olmanın değeri kalmıyor.
Şimdi aklıma geldi, KARAR yazarı Prof. Mustafa Çağrıcı Türkiye’nin en önde gelen Gazali uzmanıdır. Ona bir okuyucusu, hangi vesileyle hatırlamıyorum, Gazali’yi okumasını tavsiye etmişti.
Bir konu hakkında sahip olduğunuz alelade bir malumat o konuyu araştırmaya ömrünü vermiş birine okuma tavsiyesinde bulunma yeterliği veriyor size. Ne güzel bir dünya!
Bu dünyada bazen yetersizlik değil yeterlik kusur haline gelebiliyor. Mesela, eski yazıyı okuyamayan “tarih profesörü” arşivlerde çalışan meslektaşlarını belge fetişisti olmakla suçluyor. Onlar da aslında belge fetişisti olmadıklarını ispatlamak için uğraşıyorlar.
Bazen bilmemek bilmekten daha değerli olabiliyor. Bir ara “okumuşların ihaneti, okumamışların feraseti” temalı söylevleri çok işitirdik. Eğitimin, bilginin, düşüncenin aşağılanıp “Anadolu irfanı” hamaseti içinde cehaletin övülmesi bize özgü hastalıklardan bir diğeri.
Cumhuriyet gazetesinde manşet vardı geçenlerde. Üniversite giriş sınavında sorulan din dersi sorularına doğru cevap verenler çok azmış. Laikliğin zaferi diye kutluyordu aydınlanmacı gazete bu gelişmeyi.
Siyasi iktidarın “kemmiyet keyfiyetten evladır” yaklaşımıyla her yerde liseleri İmam-Hatip yapmaya uğraşması veya İlahiyat öğrenci sayısının 15 yılda 40 kat arttırması eleştirilmeli. Hem çocukları şu veya bu okulda okumaya zorlamanın yanlış oluşu hem de söz konusu okulların eğitim kalitesi bakımından karşı çıkılmalı bu yaklaşıma. Ancak din dersi sorularını doğru cevaplayamamak övünülecek şey mi?
Pratik din eğitimi yalnızca isteyenlere verilmeli ama din bilgisi ve din kültürü bir tek dindarların sahip olması gereken bir bilgi yığını değildir. “Eğitimli” diyebileceğimiz bir insan hem kendi ülkesindeki insanların inanışları hem de dünya üzerindeki belli başlı dini gelenekler hakkında asgari bilgiye sahip olmak durumundadır. Bunun aksi düşünülemez bile. Şu veya bu dinle ilgili bilgi sahibi olmamakla, hele kendi toplumunun kültürünü şekillendiren inanışlara gözünü kapamakla övünmek normal değil.
Ne var ki bizim ülkemizde, yalnızca din konusunda değil, birçok alanda bilgisizlik övünç vesilesi sayılabiliyor. Söz gelimi günümüzde edebiyatla uğraşan, hikaye veya roman yazan, hatta şiir yayımlayan kimi gençler klasik şairlerimizin eserlerini okumaya gerek duymuyorlar. Divan edebiyatından, tekke şiirinden, geçmişin folklor verimlerinden habersiz bir çağdaş edebiyatımız var. Üsteleyecek olursanız, “dili eski” diye Baki’yi, Nedim’i suçlu çıkarıyorlar.
Dünyanın başka yerinde var mıdır bilmiyorum ama en azından “bizi kıskanan” ülkelerde yok öyle bir şey. Bilgiyi, uzmanlığı küçük görmek de yok, kendi dilinin ve kültürünün temel kaynaklarına bigane kalmak da yok. Bir İngiliz şairinin veya romancısının diyelim ki Shakespeare’i, Chaucer’ı, Milton’u, Dickens’ı, Byron’u bilmemekle, okumamakla övünmesi akla gelecek şey değildir. Yalnızca kendi dillerinin büyük yaratıcılarını değil, Avrupa kültürünün temel taşlarını oluşturan Dante, Goethe, Cervantes, Balzac, Puşkin gibi isimlerin eserlerinden de haberdar olmak zorundadır.
Bu zorunluluk bir tek yazarları bağlayan bir zorunluluk değildir. Her aydının, hatta üniversite eğitimi alan her okumuş insanın bunları bilmesi beklenir. Avrupa’da ve Amerika’da birçok üniversitenin ilk senesinde Batı kültürünün temelleri ders olarak okutulur. İster hukuk ister mühendislik isterse tıp öğrencisi olun, eğitiminize başlamadan önce bir yanda Homeros’tan Dante’ye, öbür yanda Platon’dan Descartes’a, Kant’a kadar Batı kültürünü şekillendirmiş fikir ve sanat zirvelerini öğretirler size. Biz ise kendi kültürümüzün kaynaklarını okumamakla, bilmemekle övünüyoruz.
Kimileri diyor ki İslam medeniyeti artık miadını doldurmuş, bugünün dünyasına söyleyecek sözü kalmamış olduğundan Farabi ile, İbn Haldun ile İbn Arabi ile falan meşgul olmak gereksiz bir iş. Peki, o zaman bugün bütün dünyayı etkisi altına almış olan Batı medeniyetinin temel kaynaklarından haberdar mıyız? O da yok!
Yunan felsefesini, Latin edebiyatını, orta çağ skolastiğini, Aydınlanma fikrinin temel metinlerini bilen, okuyan kaç kişi var Türkiye’nin meseleleri hakkında kendince fikirler ileri sürenler arasında?