Muhafazakârlığımız da bu kadar!
Herhalde görmüşsünüzdür, geçtiğimiz hafta “Tercüman gazetesinin ikonik binası yıkıldı” diye haberler çıktı. “İstanbul’un ikonik yapılarından, basın tarihinin simgelerinden, şehrin hafıza nesnelerinden” biri, yerine otel ve rezidans yapılmak üzere, yıkıldı. Üstelik mimari değeri itibarıyla da korunması gereken bir eserdi Tercüman binası.
Dünyanın hiçbir medeni ülkesinde tahayyül edilemeyecek bir olay bu. Bir şehrin böylesine önemli bir değeri bu kadar kolay gözden çıkarılmaz, bizdeki gibi çöp misali süpürülüp atılmaz. Olmaz ya, farzımuhal böyle bir şey yapılmaya kalkışılsa bütün toplum ayağa fırlar, yer yerinden oynar, asla buna izin verilmez.
Oysa bizde böyle şeylerin hiç anlamı yoktur. Eskisini yıkarsın, yenisini yaparsın. Yeni olan kıymetlidir, eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağardı deriz. Nitekim geçen hafta Tercüman gazetesi binası yerle bir edilirken -Mimarlar Odasının yaptığı yazılı açıklama dışında- tek bir tepki duyulmadı. Zaten öncesinde haberimiz de olmadı bu teşebbüsten. Olsaydı bir şey değişir miydi, bilinmez tabii.
Mimarlar Odasının açıklamasından öğrendiğimize göre, söz konusu bina 2010’da Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun kararı ile korunması gerekli kültür varlığı olarak tescil edilmiş.
2012’de yapılan bir başvuru üzerine aynı kurul bu sefer de yapının tescil kaydının kaldırılmasına karar vermiş.
Bundan sekiz yıl sonra İBB “Brütalist mimarinin ülkemizdeki seçkin örneklerinden biri olması ve yapıldığı dönemde farklı mimari yaklaşım ve uygulamaları ortaya koymuş olması sebebiyle Tercüman Gazetesi Binası’nın tescil durumunun yeniden değerlendirilmesi” talebinde bulunmuş. Bu başvurudan bir buçuk yıl sonra kurul “Söz konusu Tercüman Gazetesi Binası’nın sanatsal, mimari ve estetik niteliklerini anlatan ve üniversitelerin ilgili bölümleri tarafından hazırlanan raporun, ilgili koruma bölge kuruluna iletilmesinden sonra konunun değerlendirilebileceği” cevabını vermiş İBB’ye. İBB söz konusu binanın teknik ve estetik niteliklerine ilişkin hazırlanan ayrıntılı bir raporu kurula hemen ulaştırmış ama geçen sürede yeni bir karar çıkmadan İstanbul’un ikonik binasının ansızın yıkılmış olduğu öğrenilmiş.
Hiçbirimiz bu olup bitene şaşırmadık, çünkü toplumsal gerçeğimiz malum… Muhafazakar bir toplum olduğumuz söyleniyor. Ancak muhafaza edilmesi gerektiğini düşündüğümüz değerler tarihi ve doğal zenginliklerimiz değil.
Üstelik Tercüman gazetesi bu ülkedeki sağ siyasetin ve “muhafazakar” entelijansiyanın tarihinde çok önemli yeri olan bir kurum. İstanbul’un hafıza mekanlarından biri olan ikonik binasının korunmasını ve söz gelimi Basın Müzesi olarak değerlendirilmesini öncelikle sağcı siyasetçilerin ve muhafazakar aydınların istemesi gerekirdi. Önümüzdeki tablo bu hususta fazlasıyla paradoksal: “Solcu” Mimarlar Odası ile “CHP’li belediye” yıkıma karşı çıkıyor, sağcılar ve muhafazakarlar seslerini çıkarmıyor. Daha doğrusu toplumun kahir ekseriyetinin umurunda değil konu.
Geçmişte de böyleydi... 1930’larda Prost Planı doğrultusunda İstanbul’un en önemli tarihi yapılarının bir kısmı koruma altına alınırken çok değerli bazı yapılar ise ortadan kaldırıldı. Semavi Eyice’den öğrendiğimize göre plan gereği yıkılmasına ihtiyaç olmayan birtakım yapılar da pay almıştır bundan.
O günün muhafazakarlarının buna tepki gösterip göstermediklerini bilmiyoruz. O günkü rejimin karakteri bakımından böyle bir tepkinin ifadesinin mümkün olmadığı düşünülebilir. Ancak 1950’lerde yapılan “Menderes yıkımları” karşısında bir itiraz da yükselmiş değildir bu çevrelerden. Kaldı ki bu dönemin yıkımları yanında Prost tarafından yapılanlar hiçbir şey değildir. Demokrat Parti devrinde yaşananlar, büyük depremleri ve yangınları saymazsanız, Haçlı Latin istilasından bu yana İstanbul’daki tarih mirasının başına gelen en büyük felakettir.
“Devrimci” siyasetin yıktığından çok daha fazlasını “muhafazakar” siyaset yıkmıştır. Ama zaten devrimci siyaset, adı üstünde, eskiyi yıkıp yeniyi inşa etme hedefindedir.
Nitekim “modernist” mimarlığın en büyük ismi Le Corbusier, İstanbul’da yapılması düşünülen planlamadan haberdar olunca Atatürk’e bir mektup yazarak bu konudaki fikirlerini aktarmıştı. Ancak bu fikirler hoş karşılanmadığından, görev Fransız şehir planlamacısına verilmişti. Le Corbusier, sonraki yıllarda “O mektupta ülkenin en büyük reformcusuna şehrin tarihi dokusunu korumasını tavsiye ettim. Yaptığım hatayı daha sonra fark ettim” diyecektir.
Atatürk, radikal bir devrimci olarak bu şehrin dokusunu ve karakterini radikal biçimde dönüştürmeyi arzu ediyordu, dolayısıyla söz konusu tercihinde şaşılacak bir durum yok. Peki kendilerini muhafazakar olarak tanımlayan, her konuşmalarında ecdat yadigarına, tarihi dokuya, Osmanlı hatırasına sahip çıkmaktan söz eden kadroların beton aşkına her türlü değeri gözden çıkarmaları normal mi?
1950’lerden başlayarak, plansız programsız yürütülen inşaat furyasında İstanbul başta olmak üzere şehirlerimizin tarihi dokusundan eser kalmamacasına bir yol izlendiği maalesef acı bir gerçek.
Bu son dönemde şimdiye kadar yapılanların üzerine tüy dikildiği de bir başka gerçek. TOKİ’nin doğudan batıya kuzeyden güneye Türkiye’nin her tarafını kimliksiz, renksiz, estetiksiz beton yığınlarıyla doldururken bu korkunç cinayete hiç kimsenin ses çıkarmadığını, ses çıkarmak isteyenlerin “Bunlar boğaz köprüsüne de karşıydılar” diye linç edilip susturulduğunu unutmayın.
Menderes devrinde İstanbul’un tarihi yapıları ortadan kaldırılırken de “Ne yapalım yol açılmasın mı?” diye düşünüyordu çoğunluk.
Demek ki buradaki mesele muhafazakar tanımıyla ilgili. Türk toplumu geneli itibarıyla muhafazakar bir toplum değil aslında. Geçmişin değerini bilen, köklerine sahip çıkma duyarlığına sahip olan insanlar değiliz biz. Bunun tarihten gelen, toplumsal yapıdan kaynaklanan sebepleri var herhalde. Ancak şurası muhakkak ki -kavramın evrensel anlamıyla- muhafazakar değiliz. Belirli bazı konularda takıntılarımız var yalnızca.