Milli kimlik mi ‘Türkiyelilik’ mi?
CUMARTESİ YAZILARI
Fazla değil, birkaç yıl öncesine kadar etnik kimliklerle milli kimlik arasındaki farkın farkında olmayanlar rahatsız ediyordu beni. “Sokaktaki adam” neyse de aydınlar, sanatçılar, siyasetçiler gibi toplum seçkinlerinin millet kavramının modern içeriğini kavramaktan uzak oluşları ciddi bir problem olarak görünüyordu bana. Şimdi konuya Temel fıkrası perspektifinden bakıyorum: Hani, polis radyosundan anons yapılıyor, “Dikkat, otoyolda bir araç ters yönde seyrediyor” diye… Temel “Ne bir tanesi, hepsi hepsi” diye söyleniyor… İşte o fıkradaki aracıyla ters yönde seyreden Temel gibi hissediyorum kendimi.
Burada temel problem kadim kabile hayatının ve kabile zihniyetinin modern çağda bile bazı toplumlarda hâlâ başka şekiller ve başka adlar altında yaşamakta olması.
Toplumların soya bağlı kimlik aidiyetlerinden siyasi ve kültürel temeldeki millet aşamasına geçişleri belirli maddi şartlar ve buna uyumlu zihniyet dönüşümleriyle mümkün oluyor.
Bu konuları geçmişte çokça tartıştık ama sorun yerli yerinde durmaya devam ettikçe her vesileyle birtakım hususları yeniden hatırlatmak gerekiyor. Bunun için izin verirseniz yer yer “kendimden alıntı” yaparak eski yazdıklarımdan bölümler aktaracağım: Millet her şeyden önce siyasî bir varlık. Devleti olan topluluk millettir. Etnisite ise sosyolojik ve hatta antropolojik bir kavram… Millet çok etnili de olabiliyor, tek etnili de… Bunu biraz tarihî süreç, biraz da sosyolojik gelişmeler belirliyor. Türk milleti tarihî ve sosyal şartların ürünü olarak çok etnili bir yapı. Dolayısıyla bu ülkenin bütün vatandaşları -etnik aidiyetleriyle birlikte- milletin bir parçası durumunda.
***
Bizim bugünkü anlamda milli kimliğimizin çerçevesi Osmanlı yenileşme devirlerinde başlayıp cumhuriyetin kurulmasına kadar devam eden bir süreçte çizilmiştir. Bilindiği üzere, Osmanlı imparatorluk düzeninde din kimliğine dayalı millet sistemi yürürlükteydi. İslam milleti, Yahudi milleti, Ortodoks Rum ve Ermeni milletleri…
Avrupa’da ise özellikle 18. yüzyıldan itibaren gelişen “halk hakimiyeti” fikri eşit vatandaşların oluşturduğu millet anlayışını ortaya çıkarmıştı. Ulus devlet modelinin zemini de burasıdır. Milliyetler çağında imparatorluk yapılarını ayakta tutmanın zorluğu Osmanlı yöneticilerini bu alanda yeni bir yola girme mecburiyetinde bıraktı. Bu çerçevede II. Mahmut’un günümüzde genellikle “Osmanlı’nın hoşgörü anlayışının ifadesi” olarak zikredilen “Ben tebaamın Müslüman olanını camide, Hristiyanları kilisede ve Yahudileri de havrada fark ederim. Aralarında başka bir fark yoktur” şeklindeki meşhur sözü aslında klasik millet sisteminden vaz geçme ve eşit vatandaşlık hukuku oluşturmaya yönelik bir niyet beyanıydı.
O dönemde İmparatorluk nüfusunun neredeyse yarısını oluşturan Hristiyan tebaanın Avrupalı güçlerin müdahale ve manipülasyonlarından korunabilmesi için de gerekli görüldüğü için sonraki dönemde de bu yolda cesur adımlar atıldı. 1839 yılında okunan Tanzimat Fermanı modern anlamda eşit vatandaşlığa dayanan bir millet oluşturma ve devlet-vatandaş ilişkisini yeni baştan düzenleme hedefine yönelikti. 1876 Anayasasında ise “Devlet-i Osmaniye tabiiyetinde bulunan efradın cümlesine her hangi din ve mezhepten olur ise olsun bilâ istisna Osmanlı tabir olunur” deniliyordu.
Bu anlayış 1924 Anayasasında “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla ‘Türk’ ıtlak olunur” şeklinde ifadesini bulacaktır.
HHH
Cumhuriyetin kuruluş devrinde Ziya Gökalp başta olmak üzere Türk milliyetçiliğinin teorisyenleri millet adı verilen yapıyı “ortak kültürün bir araya getirdiği insan topluluğu” olarak tanımlıyorlardı. Toplumdaki farklı etnik kimlikleri kapsayan veya içeren bir tanımdı bu. Ne var ki kısa bir süre sonra bu tanım tanınmaz hale geldi.
Laik bir ulus yaratma hedefi “milleti milleti yapan” değerleri (“ortak tarih”, “ortak kültür”) paranteze aldı. Bu dönemde etnik kimliklerin yok sayıldığı doğrudur. Çünkü farklı etnik kimlikleri bir araya getirip onlardan tek bir millet yaratan değerler (“ortak tarih”, “ortak kültür”) olmayınca alt kimliklerin varlığının açıklaması kalmıyordu.
Selçuklu ve Osmanlı asırlarını devreden çıkarmak için Türk milli kimliğinin bütün alt kimliklerle beraber tarihten koparıldığı ve “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin” Sümerlerin, Etilerin vs. torunları olarak tanımlandığı bir dönemdi bu. Sonra bu yaklaşım sürdürülmedi, çünkü sürdürülemedi. Ama tortuları kaldı zihinlerde.
Ardından da yakın dönemde yaşanan hızlı sanayileşme ve çarpık şehirleşme yüzünden toplumsal yapının maruz kaldığı sağlıksız transformasyon kimlik algılarını karıştırdı. Aslında toplumun milletleşmesini gerektiren “modernleşme” döneminde tam aksine toplumdaki “kompartımanlaşma”nın giderek büyümesi kimlik krizleri yarattı.
Bugünkü toplumsal yapımız modern anlamdaki milli kimlik kavramının anlaşılıp sindirilmesine müsait değil. İdeolojik angajmanların, siyasi parti taraftarlığının, hayat tarzı hassasiyetlerinin veya hemşerilik, aşiret, cemaat vb. mensubiyetlerinin oluşturduğu “küçük grup” aidiyetleri, milli kimlik ve vatandaşlık bilinci demek olan “büyük grup” aidiyetinin önünde yer alıyor.
Diğer taraftan, modern çağda ortaya çıkmış olan politik ve sosyolojik anlamlı “millet” kavramını dinî metinlerde geçen antropolojik anlamlı “kavim” kavramıyla karıştıran/karşılayan ve ayrıştırıcı etnik milliyetçilikleri onaylarken birleştirici millet anlayışını “kavmiyetçilik” diye lânetleyen “Siyasal İslamcı” zihniyet de bu alandaki kafa karışıklığının bir başka kaynağı…
***
II. Mahmud’la başlayan, Tanzimat’la ve Meşrutiyet’le devam eden, Cumhuriyet’le kurumlaşan girişimler modern vatandaşlık ve modern milli devlet anlayışının zihniyet dayanakları itibarıyla çok ileri adımlar. Bütün bunların neticesi olarak bugünkü anayasamızda da “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” ibaresi yer alıyor.
Peki, bugün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkesi “Türk” kabul ediyor muyuz? Hayır, etmiyoruz.
Bu ülkenin cumhurbaşkanı ikide bir “Türkler ve Kürtler”diyor. Etle tırnak falan. Demek ki Kürtler “Türk ıtlak olunmuyor” artık. Diğer etnik kimlikler de öyle tabii.
Milliyetçiliğin temsilcileri de “Türkler ve Kürtler”den söz ediyor. MHP lideri Devlet Bahçeli konuşmalarında bunu yapıyor, diğer yöneticiler yapıyor, milletvekilleri yapıyor… Gelgelelim kurucu lider Alparslan Türkeş de yapıyordu bu ayrımı. Arşivlere bakılırsa bu türlü ifadelere çokça rastlanır. Söz gelimi “Türk Kürt kardeştir, ayrım yapan kalleştir” sloganı Türkeş’in sözüdür.
Problem şu: “Türkiyeli” lafına şiddetle itiraz edenler “Türkler ve Kürtler” lafından rahatsız olmuyorlar. Oysa “Türkiyeli” hiç değilse bir ortak aidiyetin, bir şemsiye kimliğin kabulünü ifade ediyor. Öbür dil açıkça bölücü bir dil. Kürtleri veya diğer etnik aidiyetleri “Türklüğe kabul etmeyen” bir dışlayıcılık…
Diğer yanda “Kürtler” derken kimlerin kastedildiği üç aşağı beş yukarı belli ama “Türkler” derken kimin kastedildiği epeyce muğlak. Kürtlerle beraber zikredildiğine göre Türkler de tıpkı Kürtler gibi etnik bir grup. Veya Kürtler ayrı bir millet… HDP’liler bunu söyleyince kızıyoruz. AK Parti ve MHP liderlerinin aynı şeyi söylediğinin farkında değiliz.
Türkiye’nin bir bölücülük hareketinin tehdidi altında olduğu aşikar ama asıl tehlike bizim dilimizde (yani zihnimizde)… Milletin bölünmez unsurlarını “Kürtler ve Türkler” diye tasnif ederseniz zihninizde ve dilinizde zaten gerçekleştirdiğiniz “bölme” işleminin engellenmesi için çaba harcamak anlamsız olur.
Türkiyeli ifadesi saçma, komik, sakil… Bu adlandırmayı tercih edenlerin bir kısmının iyi niyetli olmadığı da ortada. Amma velakin memleket sathında Türk kimliğinin kapsayıcılığını daraltan bir anlayış fukaralığı hüküm sürerken, birilerini “Vay! Türküm demedi, Türkiyeliyim dedi” diye linç etmek milli kimliğimizi tahkim edebilir mi? Biraz düşünelim…