Kitaplar yalnız kralların adını yazar
Sosyalist edebiyatın en büyük kalemlerinden Bertolt Brecht, benzetme yanlış olmazsa, 20. yüzyıl Alman edebiyatının Shakespeare’idir. Öyle ki tıpkı büyük İngiliz yazarın eserleri hakkında süregelen tartışma gibi “Şiirleri mi daha güçlü tiyatro oyunları mı” sorusunu sordurur bize daima. “Okumuş Bir İşçi Soruyor” benim favorimdir. İronisi, düşünce ağırlığı ve coşkusu eşit yoğunlukta dağıtılmış bu mükemmel ve muazzam şiirin bir bölümü şöyle:
“Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim yapmış Babil’i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar içinde yüzen Lima’nın?
Ne oldular dersin duvarcılar
Çin Seddi bitince?”
“Nasıl yendiydi Galyalılar’ı Sezar?
E bir aşçı olsun yok muydu yanında?
İspanyalı Filip ağladı derler
batınca tekmil filosu.
Ondan başkası ağlamadı mı?
Yedi Yıl Savaşı’nı 2. Frederik kazanmış ha?
Yok muydu ondan başka kazanan?” (A. Kadir çevirisi)
***
Brecht insanlığın ürettiği değerlerde emekçi sınıfın payını vurgulamaya çalışıyor bir Marksist olarak, başka eserlerinde de hep yaptığı gibi. Ancak sınıf probleminin ötesindeki başka bir realitenin de fotoğrafı ortaya çıkıyor burada ister istemez: Tarihteki gelişmeleri “tek kişilik” başarılar veya başarısızlıklar olarak görme eğilimimiz. Belirli kurumlarda hasbelkader liderlik misyonu üstlenmiş kişilere tanrısal vasıflar atfetmemiz. Sözgelimi “Atatürk olmasaydı…” diye başlayan cümleler kurabilmemiz. Buna karşılık “Türk modernleşmesi Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kesintisiz bir toplumsal süreçtir. Onun için Atatürk olmasaydı da Atatürk’ün yaptıklarını yapacak birileri olurdu” dediğimizde linç edilmemiz.
Yalnızca tarihtekileri değil günümüzdeki olayları açıklama tarzımız da aynı. On yıl kadar önce, bir vesileyle, siyasetçilerden ziyade bilim adamlarına, sanatçılara ve düşünürlere itibar eden bir toplumun diğerlerinden daha güçlü, daha gelişmiş olacağını ifade sadedinde bir şeyler karalamıştım. “Vay, sen bizim liderimizi itibarsızlaştırmak mı istiyorsun!” diye hücuma uğradım. Sanatçı neymiş, düşünür kimmiş, bilim ne karın ağrısıymış…
***
Kişileri tanrılaştırma geleneği aslında düpedüz somutlaşmış bir tanrı arayışının sonucu. İnsanların çoğunun zihinsel kavrayışı soyutlama aşamasına geçemiyor. Çünkü bunun için belirli bir çaba gerekiyor. Onun için eli ayağı, gözü kulağı olan bir tanrıya ihtiyaç duyuluyor. Toplumsal olayları kişisel tutumlarla veya bireysel eylemlerle ilişkilendirme ve açıklama eğilimi de aynı yerden kaynaklanıyor herhalde. Yani aslında sadece küçük çocuklar değil “zamandan ve mekândan münezzeh bir varlık” tasavvur edemedikleri için Tanrı’yı bulutların üzerinde oturan bir yaşlı adam olarak düşünenler.
Toplumsal hadiseleri kişiselleştirmeye eğilimli zihinler mesela kurumların işleyişini görmez, kurumları temsil eden lider figürleri “faili mutlak” zanneder. İstanbul’un fethi İkinci Mehmet’in kişisel başarısıdır. Söz konusu başarının -veya başka dönemlerdeki başarısızlıkların- Osmanlı devletinin kurumsal yapısıyla ilişkisini kuramaz. Ekonomik şartlar, iç ve dış siyasi ve sosyal faktörler vs. bir şey ifade etmez.
Bizdeki tarih yazımı da bu anlayış doğrultusunda şekillenmiştir. Osmanlı-Safevi mücadelesi Yavuz Selim ile Şah İsmail’in kişisel çekişmesidir, Üçüncü Selim devletin modernleşmesine yönelik adımların mimarıdır, Kurtuluş Savaşı Atatürk’ün dehasının eseridir, bizi İkinci Dünya Savaşı’na sokmayan İnönü’dür... Aynı şekilde olumsuz gelişmeler de birtakım “kişisel” hataların, zaafların veya yetersizliklerin sunucudur.
Özetle, Galyalıları tek başına mağlup eden Sezar’ın yanında bir aşçı olsun yoktur bu zaferin şerefine ortak olacak. Keza tekmil filosu batan İspanyalı Filip de tek başına ağlamıştır başına gelen felakete.
***
Peki, bugünkü Türkiye’de şu ya da bu siyasi liderin destekçilerinin parti taraftarlarından sayıca daha fazla olmasını siz nasıl açıklıyorsunuz?