‘Enseyi karartmayalım’
Geçtiğimiz günlerde siyasetin gergin dilinin önce sosyal medyada sonra televizyon ekranlarında “tehdit dili”ne evrilişine şahit olduk.
Toplumdaki kutuplaşmanın vahametini göstermesi itibarıyla aklı başında kişileri ciddi anlamda kaygılandıran bu hadiseler bazı “temel” soruları da gündeme getirdi:
Aynı toplumun fertleri, yani ortak özelikleri farklılıklarından daha fazla olan insanlar niye birbirlerine düşman gözüyle bakarlar?
Aynı dili konuşan, aynı kültüre sahip olan kişiler en ufak bir ihtilafta niçin birbirlerinin varlığına son vermeyi çözüm olarak görebilirler?
“Millet” aynı topraklar üzerinde yaşayan ve ortak tarihe, ortak kültüre, ortak gelecek beklentilerine sahip olan insan topluluklarının iradî olarak üyesi olmayı benimsedikleri siyasî/hukukî birlik demekse Türk toplumu için teknik anlamda “millet” demek ne kadar doğru?
Bugün bir kısmı öbür kısmını ortadan kaldırmak isteyen bir topluluğun yarın kıvançta ve tasada kaynaşmış ve kenetlenmiş bir millet haline gelmesi mümkün mü?
***
Sondan başlarsak, bana göre bugünkü toplumsal kutuplaşmanın ve ideolojik ayrışmaların -hem de yakın bir gelecekte- sonunun gelmesi beklenebilir. Çünkü mevcut ayrışma ne reel bir sosyolojik zemine ne de tarihî köklere sahip. Türkiye’deki etnik farklılıkların ve hatta mezhep ihtilafının bile geniş çaplı bir ayrışmayı besleyebilecek kadar enerji üretemediğini görmenin rahatlığıyla şunu söyleyebiliriz: Türkiye’de bugün yaşanan siyasi kutuplaşma etrafındaki sosyal huzursuzluk iki temel probleme yaslanıyor. İlki mevcut siyasi konjonktür, daha doğrusu bugünkü siyasi aktörlerin bir bölümünün kendi tabanını konsolide etme ihtiyacıyla toplumsal kutuplaşmayı besleyici tarzda bir dil kullanmakta oluşu.
İkinci problem kaynağı ise Türk toplumunun özellikle 1950’li yıllardan itibaren hızlı sanayileşmeyle birlikte yaşanan iç göçün ve çarpık şehirleşmenin sonucu olarak sosyo-kültürel anlamda bütünleşik olmayan bir yapıya bürünmüş olması.
Bunlardan ilki kısa vadede, diğeri orta vadede izale edilebilecek problemler...
AK Parti çevrelerinin 18 yıldır ellerinde bulunan iktidar imkanlarını terk etmek istemeyişlerinden kaynaklı “hırçın dil” ve son birkaç yıldır yaşanmakta olan erimeyi ve başarısız yönetimin olumsuz sonuçlarını komplo teorileriyle izah etme tutumları toplum kesimleri arasında yapay bir çatışmayı ve sağlıksız bir siyasi iletişimi besliyor.
Ancak her iki taraftaki birtakım aşırılıklara rağmen toplumun geri kalan çoğunluğunda siyasetin gerginliğine karşı soğukkanlı ve sağduyulu bir yaklaşımın mevcudiyeti de vakıa.
Muhalefet partilerinin iktidarın konsolidasyon politikası karşısında çatışma dilinden uzak durmaları gerektiğini nihayet anlamış olmaları da siyasi konjonktürün geleceği hakkında olumlu bir beklentinin gerekçesi olabilir.
***
İkinci problemin çözümünü bulmak bugünden yarına mümkün olabilecek bir iş olmasa da zamanın çarkının her zamankinden daha hızlı döndüğü bugünkü internet çağında toplumsal gelişmenin ve bu çerçevede Türk toplumundaki gidişatın yönü belli. Şehirleşme, bireyleşme, dünyaya açılma, eğitim seviyesinin artışı toplumdaki sosyokültürel fay hatlarındaki olumsuz enerjiyi giderek azaltacaktır. Tabii ki bunun anlamı bir yeryüzü cennetinin kurulması veya erdemli toplum ütopyasının gerçekleşmesi değil. Muhtemelen gelecekte bugünkünden daha farklı ihtilaf alanları ortaya çıkacak, başka konular etrafında çatışmalara şahit olacağız ama toplumun tam ortasından yarılması endişesine yol açan bugünkü problemlerin yanında bunlar nispeten daha yönetilebilir nitelikte olacaktır.
Tarih boyunca bütün toplumların milletleşme tecrübelerinin şehirleşme süreçlerinde düğümlendiği malum. Türkiye’nin bugünkü kompartımanlaşma problemi de kırsal toplum değerlerinin şehir toplumuna intibakında yaşanan zorluklardan kaynaklanıyor. Küçük grup aidiyetlerinden büyük grup aidiyetine geçişin sancıları…
Alt kimlikleri kucaklayan bir üst kimliğin güçlenip bu yolda işlev görebilmesi için öncelikle şehirlileşme süreçlerinin tamamlanması gerekiyor.
Kişilerin aidiyet duydukları cemaatlerin, aşiretlerin, etnik zümrelerin vs… kendilerine yüklediği bağlardan kurtulmaları ve birey olarak vatandaşlık haklarının farkına varmaları üst kimlik değerlerinin güçlenmesine, bu da şehirleşmenin bütün unsurlarıyla gerçekleşmesine bağlı. Keza demokrasinin işlerliği de buna bağlı.
Toplumsal gelişmenin doğal akışı er ya da geç önündeki engelleri aşıp kendi yoluna devam ettiği takdirde yarınki kuşaklar önceki kuşakların kimlik ve aidiyet problemlerinden daha az etkilenecek ve toplumsal rollerin algılanışında küçük grup aidiyetleri daha az belirleyici olacaktır.
Dolayısıyla “milletleşme süreci” şimdikinden daha sağlıklı ve kültürel olduğu kadar politik/hukuki bir zeminde gelişme imkânı bulacaktır.
Bugünkü tablo olumlu değil elbette ama Türkiye’nin geleceğinden ümit kesmeyi gerektirecek kadar karanlık bir tablo da değil. Dişimizi sıkıp engelleri aşmak için çaba göstermeye devam etmek zorundayız.