CHP’ye hayır nereden gelir?
Ana muhalefet partisinde işler yine karışık. Altılı masa ittifakına rağmen seçimde alınan ağır yenilginin sonrasında değişim arayışlarının ortaya çıkması normal belki ama CHP denildiğinde suların hiçbir zaman durulmadığı bir yapıdan söz ettiğimizi de unutmayalım. Türkiye’nin en eski partisinde sürekli tartışma konusu olan görüş ve anlayış farklılıkları var.
Üstelik bunlar yalnızca seçim stratejisiyle, siyasi söylemle veya mevcut yönetim yapısının işleyişiyle ilgili güncel problemler değil. Denebilirse daha derin problemler. Çünkü partinin kimlik tercihiyle veya ideolojik duruşuyla ilgili görüş ayrılıklarından söz ediyoruz.
Açık söylemek gerekirse, çok uzun bir tarihsel süreç boyunca seçim kazanarak tek başına iktidara gelme başarısı gösterememiş CHP için bir çıkış yolu aranıyor nicedir.
CHP camiasındaki farklı kesimlerin bu hususta farklı görüşleri var. Bugünkü yönetimin benimsediği görüş yakın geçmişte “CHP camiası” dediğimiz -ve içinde partili olmayan unsurların da yer aldığı- geniş çevrede en az destek bulan görüştü aslında. Ancak 90’lı ve 2000’li yıllarda kaybedilen her seçimin ardından yönetimde ve örgütlerde biraz daha güçlendi ve nihayet Kılıçdaroğlu döneminde partinin resmi politikasına dönüştü bu görüş. Özetle, “Partinin yüzde yirmiler bandındaki oylarını yükseltebilmenin yolu toplumun geniş kesimlerine ulaşmak, bunun da yolu toplumun değerleriyle barışmak” diye özetlenebilecek bir yaklaşım bu.
Toplumun değerleriyle barışık olma fikri kâğıt üzerinde hiç kimsenin karşı çıkabileceği bir önerme değil tabii. Ama somutlaştırmak gerektiğinde sorun çıkıyor. Nitekim CHP’nin bir önceki lideri Deniz Baykal bu yönde birtakım adımlar atmaya çalışırken sembolik bir mesaj verme gayesiyle “çarşaflı hanımlara” parti rozeti takması tepki çekmiş ve adımlarını yavaşlatmak zorunda kalmıştı.
Kemal Bey ise genel başkanlığa geldikten sonra partideki “derin bürokrasi”yi de tasfiye etme fırsatı bulabildiği için bu hususta daha ileri adımlar atma imkânı buldu. Ama geniş toplum kesimlerinin değerleriyle barışma düşüncesinin ana muhalefet partisi olarak resmi politika olarak benimsenmesini sağlayan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin getirdiği seçim düzeni oldu. Yeni sistemde seçimi kazanmak için yüzde 50+1 oy alma zarureti ittifaklar kurulmasını zorunlu hale getirmişti. Bunun için ilk ittifakı da AK Parti ile MHP kurmuşlardı zaten.
Bu aşamada daha önceleri pek akla gelmeyen bir gelişme yaşandı ve CHP bir anda sağcı partilerle seçim ittifakı oluşturmaya yöneldi. İYİ Parti ile işbirliği hamlesiyle başlayan süreç Demokrat Parti’nin katılımı ve -Kılıçdaroğlu’nun Erbakan’ı anma törenlerine katıldığı- Saadet ile dirsek temasıyla devam etti.
2018 seçimlerinde çatı aday çıkarmaya muvaffak olunamaması -CHP’deki bazı itirazlara rağmen- bu yolun terk edilmesine yol açmadı. 2019 seçimlerinde bu ittifak sayesinde İstanbul ve Ankara başta olmak üzere AK Parti’nin elindeki belediyelerin kazanılması “Kılıçdaroğlu doktrini”nin işe yaradığını gösterince partideki çatlak sesler ortadan kalktı. 2023 seçimine Altılı Masa’yı Millet İttifakı haline getirerek bu anlayışla girildi.
Ne var ki seçimde alınan netice “Kılıçdaroğlu doktrini”ni de yeniden hedef tahtasına oturttu. Parti’nin, son beş yıldır ortalarda görünmeyen, iki kanadı tekrar sahneye çıktı. Gerçi sesleri eskisi gibi yüksek çıkmıyor hâlâ ama CHP’nin kendine yeni bir rota oluşturmasana ilişkin tartışmaların gündemde olduğu bir sırada etkisi olabilecek iki kesimden söz ediyoruz.
Bu kesimlerden biri “Atatürk’ün mirasına sıkı sıkıya sarılırsak halktan oy alabilir hale gelebiliriz” fikrini savunuyor. Bu minvalde laikliğin altı özellikle çiziliyor. Yobaz’lı, gerici’li, tarikat’lı, çağdaş yaşam’lı bir retorik öne sürülüyor. Başörtüsü gibi dini tezahürleri dışlayan bir laiklik anlayışıyla “halkın aydınlatılması” ve bu sayede siyasi tabanın genişletilmesi yegâne çözüm yolu olarak öneriliyor.
Pratik karşılığı olmadığı aşikâr olsa da bu fikrin ideolojik anlamda tutarlılık taşımadığını söylemek mümkün değil. Yalnızca uygulanması imkânsız.
“CHP’yi nasıl geniş halk kitlelerinden oy alabilir bir parti haline getirebiliriz” sorusu üzerinde kafa yorup kendince bir cevap öneren diğer kesim ise “sol kanat”. Bu kesim yalnızca bugünkü durumla ilgili değil, öteden beri bir çıkış yolu olarak farklı bir çözümü savunuyor. Kemalist kanadın çözümünden bir hayli farklı ama esas olarak yine diğeri gibi “ideolojik konumlanış” önerisi bu da.
Sol kanat da Kemalist kanat gibi partinin başarılı olabilmesi için geniş toplum kesimlerine ulaşabilmesi gerektiğini görüyor ama bu noktada “halkın aydınlatılması” meselesini laikliğin lüzumlu olduğu konusuyla sınırlandırmıyor. Bunun yerine “Biz sol bir hareket olarak emekçi kesimlerin haklarını savunan bir siyasi organizasyon haline gelebilirsek halkın oyunu olabiliriz” diyorlar.
Söz konusu her iki kesim de CHP’de ve ondan daha fazla CHP camiasında iyi kötü bir etki gücüne sahip olduğu için bugünkü değişim tartışmaları bağlamında bu kesimlerin yaklaşımının da hesaba katılması gerekiyor. Ancak görüldüğü kadarıyla partide ağırlıklı olarak benimsenmiş olan görüş, daha Baykal döneminde başlatılmaya çalışılmış ve sonra Kılıçdaroğlu tarafından bugüne ulaştırılmış bulunan “geniş toplum kesimlerinin değerleriyle barışık olma”yı esas alan politika anlayışı.
Genel Başkanlık için Kılıçdaroğlu’nun tek alternatifi olarak öne çıkan Ekrem İmamoğlu’nun da bu çizginin en önemli temsilcisi olduğu biliniyor zaten. Dolayısıyla muhtemel bir İmamoğlu yönetiminde bu yoldan dönülmeyeceği, hatta belki şimdikinden bile daha ileri adımlar atılabileceği belli.
Bu durumda ise sözünü ettiğimiz Kemalist kanat ile sol kanadın parti bünyesinden kopuşlarına kadar gidebilecek sancılı bir süreç yaşanabilir. Bu bakımdan önümüzdeki süreçte kamuoyu gündeminde en fazla yer alacak partinin CHP olacağını söylemek kehanet olmaz.