Ben bir grubun balam üyesiyem!
Geçenlerde kişisel sosyal medya hesabımda, yine sosyal medyadaki bazı paylaşımlardan yola çıkarak, yarı şaka yarı ciddi, şöyle bir tespitimi paylaştım: “Aşı karşıtlığı, mülteci aleyhtarlığı, İstanbul Sözleşmesi rahatsızlığı, hayvan(sever) düşmanlığı… nedense bunlar hep -ezici çoğunlukla- aynı bünyelerde yer buluyor. Hepsi tek bir paket içinde geliyor sanki…”
Bu paylaşıma gelen tepkiler beni biraz düşündürdü. Kimilerinin maalesef ağzını da bozarak verdiği cevaplar aşağı yukarı aynı itirazı dile getirmekteydi. Kendi durumlarına bakarak, “Ben bu sözü edilen konulardan birine veya ikisine karşıyım yalnızca. Yaptığınız tespit tamamen yanlış” diyorlardı.
Yani, az sayıdaki birkaç kişi dışında, çoğunluk kendisinin bir istisna oluşturuyor olabileceğini aklına getirmiyor, mutlaka “fikri zikri aynı olan” bir grup içinde olması gerektiği düşüncesiyle “tespit yanlış” diyordu.
Tespit elbette yanlış olabilir. Zaten bütün genellemeler yanlıştır, yalnızca retorik değeri vardır karakuşi ifadelerin.
Ancak yaptığım genellemeyi dile getirirken “ezici çoğunlukla” diyerek az sayıda kişiyi dışarıda bırakmış olduğuma göre birileri kendi durumlarını istisna olarak görüp geçebilirlerdi. Bunu yapmayıp “öfkeyle” karşı çıktılar söylediğim şeye.
Eğer istisna durumunun söz konusu edilemeyeceği derecede bariz birtakım “karşı kanıtların” mevcut olduğunu düşünüyorlarsa benim yaptığım genellemeyi çürütmek için bu kanıtları ileri sürmeleri gerekirdi.
Söz gelimi “Ben bu dört konuda da aynı şekilde düşünen birine rastlamadım” dese benim yaptığım genellemeye ampirik kanıtlarla karşı çıkmış, objektif bir eleştiride bulunmuş olacak. Ama yalnızca kendi durumunu öne sürerek yalnızca sübjektif bir itirazda bulunuyor.
Sübjektif ama bireysel değil bu itiraz. Kendi adına değil, üyesi olduğu (olduğunu düşündüğü) bir grup adına karşı çıkıyor buradaki tasnife veya tasvire.
“Ben böyle bir grubun üyesi değilim” itirazı yerine “Benim üyesi olduğum grup böyle değil” itirazı.
Bu ikisi arasında kuşkusuz çok önemli bir fark var.
***
İnsan olarak hepimizin iki çeşit kimliği olduğu malum. Biri kendi özgün kişiliğimiz bakımından sahip olduğumuz bireysel kimlik, diğeri içinde yer aldığımız topluluklarla ilişkimiz bakımından taşıdığımız toplumsal kimlik.
Dünya üzerindeki bazı kültürlerde bireysel kimlik (ve dolayısıyla özgür irade, zayıf otorite) öne çıkıyor… Bazılarında ise grup aidiyetine bağlı kimlikler (ve dolayısıyla zayıf irade, güçlü otorite) daha fazla görünür oluyor.
Türk toplumu büyük ölçüde bu ikinci kategoriye dahil. Bunun sebebi ülkemizin -bir kısmı uzak tarihten, bir kısmı ise yakın tarihten bugüne miras kalan- kendine has sosyokültürel özellikleri.
Geçmişten neyi tevarüs ettiğimiz konusu bir yana, bugün itibarıyla Türkiye bütünleşik olmayan (parçalı) bir toplum yapısına sahip. Böylesi parçalanmış bir toplumda ortak değerler öne çıkamıyor, farklılıklar belirleyici oluyor. Sonuç olarak da birbirinden korkan ve çekinen, kendi grubunun üyesi olmayanlara güven duymayan ve dolayısıyla başkalarıyla işbirliği yapamayan insanların oluşturduğu küçüklü büyüklü mahallelerdeki sınır duvarları giderek yükseliyor.
Fotoğrafını gördüğümüz bu toplum, modern anlamdaki “millet” kavramının tarifine pek uymuyor. Millet “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle” olmalıdır. (Vatandaşlar arasında gelir veya servet eşitsizliğinin olması, yani zenginlerin ve yoksulların bulunması, bir ülkeyi “sınıflı toplum” yapmıyorsa…)
***
Hollandalı sosyal psikolog Hofstede’ye göre “Türkiye kolektivist bir toplum. Yani, ‘biz’in önemli olduğu, insanların aidiyet duydukları gruplara (aile, aşiret veya örgüt) gösterdikleri sadakat karşılığında himaye ve yardım gördükleri, iletişimin dolaylı gerçekleştiği, grup ahengini sürdürmenin zorunlu olduğu, grup içinde açık ihtilaflardan kaçınıldığı bir toplum.”
Birçok bakımdan itiraz edilemeyecek, hatta hedefi on ikiden vurmuş görünen bir tespit değil mi bu?
Yüzde yüz değil belki ama çoğunluk itibarıyla bunlar bizim özelliklerimiz.
Peki bu özelliklerimiz toplum ve siyaset hayatında ne gibi sonuçlar ortaya çıkarıyor?
Öncelikle tercihlerimiz bireysel olmuyor. Aidiyet duyduğumuz grubun tercihleri bizim de tercihlerimiz oluyor. Dolayısıyla rasyonel olmuyor bu tercihler. Duygusal oluyor. Akıl yoluyla görülebilecek somutluktaki çıkarlarımızı bile görmezden gelerek tutumlarımızı belirliyoruz.
Buraya kadar hiç değilse romantik bir mazeret bulabiliriz. Ancak toplumun genelinin (isterseniz buna “milletin” de diyebilirsiniz) bütüncül çıkarları da söz konusu olmuyor küçük grup aidiyetlerinin ürettiği tercihlerde.
Demek ki ne olduğu bilinen sorunlarımızın nihai çözümü için seçim günü sandığa gidip oy kullanmak falan yeterli değil. Sandıktan alınan sonuç günlük sorunları çözebilir belki. Nihai çözüm için topluluklar yığını olmaktan millet olma aşamasına geçmemizi sağlayacak bir bilincin oluşması lazım. Bunun yollarını konuşmalıyız…