Türkiye bu patolojiyi nasıl üretti?
Soğuk Savaş’ın muvazzaf vaizliği ile başlayan, Sovyet sonrası dünyanın mutasavver yeşil kuşağında tedris-perverlik ve hayırseverlik arzusuyla bahçıvanlığa girişen Gülen ve hareketi, ağır çekim ve uykulu bir darbeyi sabır ve teemmülle hayata geçirirken aniden uyandı ve Türkiye’yi ısırıverdi!
Şu, tıpkı civa gibi zehirli, hareketli ve öylesine de ağır 2016 yazı yavaş yavaş sonbahara yüz tutarken ben de konunun dışına çıkamadığımı hissediyorum. “Nasıl oldu da buralara geldik” sorusuna cevap ararken bir tüketicilik veya kapsayıcılık iddiasında zaten değildim ama şimdiye kadar hep Gülen açısından bakmaya çalıştım, dolayısıyla yazdıklarımda aşikâr bir boşluk var: Toplum boyutu. İsterseniz çevre de diyebiliriz. Acaba nasıl bir vasatta “kadd ü kameti” şekillendi bu canavarın? Dahası, varlığına ne ihtiyaç duyulmuştu ki toplumun hemen her kesiminden temsilciler, türlü kuşsütleriyle beslediler bunu?
Günümüzde ortaya çıkmakta olan belgeler, kayıtlar, şahitlikler, itiraflar, özeleştiriler, farklı derinlik ve samimiyet düzeylerinde yapılan analizler, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere siyasetin çeşitli kademelerinden gelen af dileme ve kategorik özürler ileride bu soruların cevaplandırılmasına mutlaka önemli katkılarda bulunacaktır. Tabii ki tarihçilik açısından mesele basit bir sorumlu bulma meselesinden çok bir anlama meselesidir.
Aslında şanslıyız. Gün geçmiyor ki geçmişe referans veren yeni yazılar yayımlanmasın. Bunların içinde öz eleştiri yaparak çuvaldızı kendine batıranların anlayışımızın sınırlarının genişlemesine daha çok katkıda bulunduğu kanaatindeyim. Hiç uzağa gitmeye gerek yok, yakından örnek vereyim; bu gazetede, Karar’da 1 Eylül günü yayımlanan iki ayrı yazıda, şu yukarıda sorduğum sorulara dair pek çok ipucu var.
Hakan Albayrak; “MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a İsrail adına taarruz ettiği ana kadar FETÖ’nün hedef gösterdiği herkesi Ergenekoncu olarak görür, (…) FETÖ medyasının haysiyet cellâtlığına maruz kalan entelektüellere, siyasetçilere, bürokratlara, gazetecilere, iş adamlarına bir tekme de biz atardık” diyerek ikirciksiz bir başlangıç yapıyor. Üstelik “Ya, biz onları yoksul çocukları okutan hayırseverler sanıyorduk sadece” gibisinden bir tevile de sapmaksızın Gülen örgütünün yöntemlerinden haberdar olduğunu da şöyle ortaya koyuyor:
“Emniyet teşkilâtı yahut TRT’de mevcut ve potansiyel rakiplerini en iğrenç yöntemlerle bir bir tasfiye ettiklerini, iş dünyasını haraca bağladıklarını, ona buna şantaj yaptıklarını işitmiyor değildik, fakat bu memleketi darbecilik belasından kurtarıyorlar diye onlara öyle bir muhabbet ve minnet duyuyorduk ki hoş görüyorduk ‘buncağızı’. Bazılarımız da onların itibar suikastına uğramaktan korktuğu için susmayı tercih ediyordu. Sessiz kala kala FETÖ’nün pervasızlığını büyüttük.”
Albayrak “Bugün de buna benzer bir durumla karşı karşıyayız” diyerek ciddî bir uyarıda bulunuyor ama şimdi konu o değil.
İbrahim Kiras’ın yazısı ise müstakilen bu konu, “Bu devasa kötülük örgütlenmesinin toplumda taraftar bulabilmesinin sebepleri” üzerine. O da net bir başlangıç yapmış: “Geçmişte Fetullah Gülen ve taraftarlarını eleştirmek kolay değildi. Sadece arkalarındaki siyasi destek veya bürokrasideki güçleri yüzünden değil, aynı zamanda savundukları fikirler çoğunluğun fikrinden farklı olmadığı için, ‘içimizdeki birileri’ olarak görülmeleri yüzünden.” Kiras, 15 Temmuz’dan sonra durumun değiştiğini not ediyor ama bugün zahire vuran kötülükten kendilerini soyutlamak isteyen insanların, bu yapının “durup dururken ortaya çıkıverdiğini” düşünme eğiliminde olduğuna işaret ediyor. Bu, hele aynı yöntemleri benimsememiş diğer dinî cemaatler dikkate alınınca belki anlaşılabilir bir tepki ama Kiras’ın şu uyarısını da kaydetmiş olayım: “Ne var ki ‘ucu bize de dokunabilir’ endişesiyle önümüzdeki vahim meselenin analiz edilmesinden kaçınmak doğru bir tutum değil.”
Kiras’ın yazısında Gülen’i palazlandıran sebepler üzerine genişçe bir yelpaze önerilmiş: Dindar insanları bu tür yapılara iten Kemalist-Laik elit, dindar seçmenin oyunu almak isteyen siyasetçiler, statükoyla mücadelesinde desteklerini almak için onların kötülüklerini görmezden gelen başka siyasetçiler ve belki de hepsinden önemlisi, Kiras’ın kibarca ifade ettiği gibi, “toplumumuzun din anlayışındaki bazı problemler”.
Gülen’in lâyıkıyla siyaset sahnesine çıktığı 28 Şubat Süreci’nde yayımlanan Fethullah Gülen Hocaefendi ile Ufuk Turu adlı söyleşi kitabı da Gülen’in içinde geliştiği sosyal vasat ve ona atfedilen sosyal, felsefik, dinî ve bence hepsinden önemlisi siyasî işlevler hususunda çok zengin bir malzeme içeriyor. Ben de bir an önce o metne gitmek istiyorum ama tarihçilerin başına musallat olan, bugün ile geçmiş arasındaki o meşhur diyalog izin vermiyor!
Daha doğrusu, orada olup da düşüncelerini bu sütunlarda aktaracağımı pek düşünmediğim bir kişinin, Mehmet Y. Yılmaz’ın, geçenlerde, 27 Ağustos tarihindeki yazısını (“Fatih, Cerablus’tan Suriye’ye Giriyor !”, Hürriyet) okuyunca meskût geçemeyeceğimi anladım ve bu yazının öncelikleri ve iç kurgusu sizlerin önüne gelmezden önce bir kez daha değişti!
Sayın Yılmaz’ın bu yazısındaki önceliği Gülen’in geçmişte nasıl bir ortamda neşv ü nema bulduğu değildir herhalde, ama sonunun kötü olacağını düşündüğü Cerablus harekâtıyla ilgili kaygılarını aktarırken şöyle diyor:
“Zaten malum AKP goygoycuları, bir olayı çok fazla abartıyorlarsa, bilin ki sonunda bir bela vardır. Bir sürü örneğini sayabilirim, en tazesi de hasreti dindirmesi için kollarını açıp bekledikleri Fetullah hocaları mesela. Yere göğe sığdıramıyorlardı, şimdi bakın neler diyorlar.”
Yılmaz’ın, Gülen’e epeydir yönelttiği sert eleştirilerden tabii ki şu kadarcık bir değinme sayesinde haberdar olmadım fakat geçen yazım için tekrar okuduğum Ufuk Turu kitabını raftaki yerine koyalı henüz 24 saat bile geçmediği için orada serd ettiği görüşler geldi aklıma ister istemez.
O sırada Posta gazetesi genel yayın yönetmeni olan Yılmaz, Gülen’in “kendi sevenlerine ‘reklam’ yapmaya ihtiyacı” olmayacağından hareketle önce Zaman’da yayımlanan söyleşinin “Gerçek Fethullah Gülen’i yansıtacağını” düşünmüş. Daha önce hakkında pek bilgisi olmadığını söylediği Gülen hakkındaki görüşleri bu yazı dizisini okuduktan sonra netleşmiş. “İlk izlenimim Fethullah Gülen’in Türkiye’nin içinde bulunduğu sorunlardan bir bölümüyle ilgili olarak olumlu roller oynayabileceğidir. Bir tek yazı dizisini okuyarak çok kesin bir kanaate varmak da zaten Fethullah Gülen’in hem felsefi derinliğine hem de misyonuna haksızlık olur kanaatindeyim. Bundan sonra ilk işim Fethullah Gülen ile ilgili daha ayrıntılı bir çalışma yapmak olacak” diyor.
Yılmaz’ın bu çalışmayı yapıp yapmadığını bilmiyorum. “[F]elsefi derinlik” hususunu, benim de okuduğum o metinden çıkarsadıysa geçiniz lûtfen ama Gülen’de ne gibi bir misyon görmüş, bakın bunu önemsiyorum. Yılmaz’a göre o zamanki Türkiye, birbirlerini anlamaya ve dinlemeye niyetleri olmayan “şeriatçı” ve “laik” olmak üzere iki parçaya ayrılmış. Her iki tarafın fanatiklerinin yarattığı gerilim bunların arasını giderek açıyormuş. Yılmaz’a göre bu mesafeyi kapamak için Gülen’e ihtiyaç vardır: “İşte bu noktada sözü dinlenecek, söylediği sözün ağırlığı olan ve bütün bu çekişmenin dışında olan güçlü önderlere ihtiyaç var” diyor ve Gülen’in bu isimlerden biri olabileceğini belirtiyor.
Öyle görünüyor ki Gülen’in “dinler arası diyalog” misyonuna benzer bir şekilde, kendisine Türkiye’nin iki kesimi arasında diyalog sağlamak misyonu da atfedilmiş çünkü o kitapta bu görüşleri dillendiren sadece Yılmaz değil. Kitap Haziran 1996’da yayımlanıyor… 28 Şubat’a dörtnala gidildiği dönemdir. Yılmaz’ın günün siyasî İslamcılarına önerisi yeterince açıktır:
“Bugün ne yapmak istediklerinden kendilerinin de emin olmadıklarını düşündüğüm ‘siyasi İslam’ın temsilcileri’nin onu dinlemelerinde yarar görüyorum. Aynı şekilde Müslümanlık’tan söz eden herkesi aynı sepete doldurmakta bir sakınca görmeyen ‘laikperestler’in de ona kulak vermeleri ve anlamaya çalışmaları gerek.”
İnsanların zaman içinde görüşlerini değiştirmeye herhalde hakları vardır. Hele veriler değişmişse bu bir zaaf değil erdemdir. Yılmaz’ın böyle bir hakkı varsa ki vardır, zamanında Gülen’i dinlemeleri telkini yaptığı insanların hatta onun kelimeleriyle söylersem, “AKP goygoycularının” niçin olmasın?
Bir patalojinin zaman içinde nasıl geliştiğini göstermek oldukça güçtür. Hele işin ucunda çok geniş kesimleri ilgilendiren kolektif bir katılım, destek, teşvik ve birisine onda olmayan değerleri atfetmek için yarışa girmek varsa… Ben bu zihniyet ortamının veya entelektüel arkaplanın meskût geçilerek bastırılmasındansa hatırlanması ve tartışılmasının daha sağlıklı olacağı kanaatindeyim. Bir tarihçi olarak Türkiye’de yaşayan herkesi yakından ilgilendiren hayatî bir konuyu anlamaya çalışıyorum. Kişisel bir derdim veya garezim yok. Olsaydı, Gülen’in “Falan benim nur-ı aynımdır” diyerek eleştirilmesini engellemeye çalıştığı tarihçi ile vahşet gecesinden sadece 4 gün önce isim, cisim ve adres hatırlatmasında bulunan meslek büyüğümüz bir diğer tarihçiyi anlatırdım bu yazıda sizlere.