Savaş beyi takipçiliğinden imparatorluğun tüm halkına Osmanlılık
Osmanlı aidiyeti zamanla genişleyerek imparatorlukta bulunan
herkesi kapsayan bir üst kimlik hâline gelmiştir.
“Osmanlılar” dediğimizde 14. Yüzyılın hemen başlarından 20. Yüzyılın ilk iki onyılı boyunca mevcut olmuş siyasî bir teşekkülden söz ediyoruz. Elbette ki daha kesin tarihler önermek, siyasî bağımsızlığı, gelenek icabı 1299’dan veya merhum İnalcık hocamızın yaptığı gibi 1302 Bafeon Savaşı’ndan başlatmak ve Osmanlı hükümranlığını saltanatın ilgası olan 1 Kasım 1922’ye kadar getirmek mümkündür. Bunun bir de tarih açısından fevkâlâde az bilinen ve Ertuğrul “Gazi”nin beyliğinin tamamı ile Osman Bey’in beyliğinin bir kısmını kapsayan bir bağımsızlık öncesi var. Hatta 1402 Ankara Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti’nin şeklen de olsa Timurluların hâkimiyetini tanımasından dolayı bu bağımsızlığın Fetret Devri’nde ve biraz daha sonrasında ciddî bir rahne aldığı da söylenebilir.
Bugün bu konulara girmek değil niyetim. Daha ziyade, bu uzun süre içinde Osmanlı kimliğinin geçirdiği değişiklikler, kazandığı yeni anlamlar, bu anlamların sonuncusunun odak noktasına alınmasıyla oluşturulan ve adına “Osmanlıcılık” dediğimiz resmî milliyetçilik çeşidi ve bu resmî milliyetçilik karşısında özel olarak Türk milliyetçiliğinin durumu hususlarına değineceğim.
Çağdaşı olan Bizanslı tarihçi Pahimeres adını “Atman” olarak veriyor ama biz onu hep Osman diye bildik. Devletin kurucusunun o olduğuna en büyük kanıt, babasının adıyla tanınan bir “Ertuğrullu” hanedanı ve devletinin olmaması… Avrasya dünyasında adet olduğu üzere, bir hanedan ve devlet, kurucusunun adı ile anılırdı. Nasıl ki Selçuklular, adlarını Selçuk Bey’den, Âl-i Cengiz [Cengiz Oğulları] Cengiz Han’dan almışsa. Nasıl ki Karamanoğulları’nın bir kurucu Karaman’ı, Saruhanoğullarının bir Saruhan’ı varsa, mantıken Orhan Bey’den başlayarak Osmanoğlu veya bunun muadili bir Âl-i Osman veya İbn Uthman da söz konusu olmuş olmalıdır. Osman henüz hayattayken kurduğu beylikten ve kendisini izleyenlerden nasıl bahsedildiğinin tarihî belgesi bugün elimizde yok. Muhtemelen o zaman da herhalde yine “Osmanlı” (veya Osmanîler) deniyordu.
Öte yandan nisbeten erken devirlerden itibaren bu konularda belgeye dayanarak bir şeyler söyleyebilecek durumdayız. Emir Süleyman’ın ölüm tarihi olan 1410’dan önce yazıya aktarılan Topkapı Sarayı Oğuznamesi’nde açıkça “Oğlancıkların ağlatmayan, Tavukların Banlatmayan/Nakusların çaldırmayan Osmanoğlu” diyor. Hıristiyanların çocukları ağlayamıyor, tavukları ses çıkaramıyor ve kiliselerinde çanları çalınamıyormuş. Hepsi bir gürültü yapıp da Osmanoğlu’nun dikkatini çekmek korkusundan olsa gerek. Costanzo de Ferrara’nın Fatih’i gösteren madalyonlarından birinin üzerinde de Türkçe olarak (Latin alfabesiyle tabii) “Sultani Mohammeth Ochtomani Uguli Bizantii Inperatoris 1481” yani “Sultan Muhammed Osmanoğlu, Bizans İmparatoru, 1481” yazıyor. Örnekleri çoğaltmaya gerek yok. Bu hanedandır. Hanedanın adı olarak bugüne kadar yaşamıştır.
Yine Emir Süleyman’ın ölümüyle yarıda kesilmiş olması büyük ihtimal olan, yazarı Ahmedî’nin ölümünden dolayı da 1413’ten sonra yazılmadığı kesin olan en erken ve manzum Osmanlı tarihinde de, meselâ Orhan’ın adaletini överken “Osmanîler” deniyor:
Kanda [nerede] kim Osmanîler adli ola
Orada adl-i Ömer nişe [nice] anıla
Osmanlıların adil olduğu yerde Hz. Ömer’in adaleti nasıl anılırmış? Başka bir yerde ise şöyle diyor Ahmedî:
İşbu sözden kim sana etdüm beyân
Bilünür Osmanîler hâli ayân
Âl-i Osmanun çün ihlâsı oldı hâs
Buldılar Hak hazretinde ihtisâs
Osman’ın kontrol ettiği topraklara onun devrinde ne dendiğini bilmiyoruz fakat sonraki dönemlerde kendi adıyla, “Osman ülkesi” olarak anılmıştır. Buna da sayısız referans bulunabir ama ben iki tane ile yetineyim. Neşrî’ye göre Ankara Savaşı’ndan sonra kaçarak Tokat’a giden Çelebi Mehmed, memleketin işgale uğramasından dolayı çok üzülür ve şöyle der: “Ey diriğ memleket-i Osman’a ki, düşmanun atı ayağı altında helâk ola.”
Vâkıat-ı Sultan Cem’e göre ise Papa’nın, Cem Sultan’ın Macaristan üzerinden kardeşi Bayezid üzerine gitmesi yolunda bir önerisi varmış. Cem, Macaristan’dan Macar askeriyle ehl-i İslâm üzerine gitmesi gerektiğini, öyle olursa da “ol yerin” ulemasının kendisinin küfrüne hüküm vereceklerini söyler ve öneriyi reddeder. “O yerin” neresi olduğunu da sarahatle Cem Sultan’dan takip edelim: “Ben hod dinimi cihân saltanatına vermezim Osman memleketi kanda kaldı”. Kısaca, “Osmanlı memleketini değil dünyayı verseniz dediğinizi yapmam” diyor.
Eşyanın tabiatı gereği en erken dönemler için bir şey diyemesek de bu kadarı bile Osman Bey’in adının kurduğu hanedan ve devlette yaşadığını, yönetilen ülkenin de o hanedanın mülkü olması hasebiyle Osmanlı ülkesi olarak anıldığını gösteriyor. Burada tartışmamız açısından kritik soru, kimlere Osmanlı dendiği veya Osmanlı memleketi içinde yaşayan herkese Osmanlı denilip- denilmediğidir.
Osman Bey zamanında, bir savaş şefi olmasından ötürü onun en yakın takipçileri kimlerse onlara Osmanlı deniyordu herhalde. Kendi kardeşleri, yeğenleri, akrabaları, içine doğduğu klan, nökerleri, beyleri, yoldaşları, köleleri ve diğer bağımlıları idi Osmanlılar. Oğlu Orhan’dan başlayarak “Osmanoğlu” hanedanı ortaya çıktığında da bu resimde büyük bir değişiklik olmadığını söyleyebiliriz. Sadece yeni katılımlarla “Osmanlı kapısının” giderek büyüdüğünü söylemeliyiz. Ama Memleket-i Osman’daki herkes Osmanlı mıydı sorusunun cevabı tabii ki hayırdır.
Gayrimüslimlerin kesinlikle Osmanlı sayılmadığını, ne zaman Osmanlı sayıldıklarını çok iyi bildiğimiz için kolayca söyleyebiliyoruz ama yönettikleri topraklarda yaşayan Müslümanların hepsinin “Osmanlı” sayılmadıklarını da en azından bir dönem için söyleyebiliriz. Arabistan veya Kuzey Afrika çeperlerindeki Müslüman topluluklar bir yana, Anadolu’daki Müslüman ve hanedanla aynı dili konuşan herkesin de Osmanlı sayılmadığına delalet eden pek çok kanıt var. “Şalvarı şaltak Osmanlı/Eyeri kaltak Osmanlı” veya “Osmanlı tavşanı arabayla avlar” türü sözlerden sızan, Osmanlının kendini bu insanlardan ayırması kadar o insanların da Osmanlıyı başka bir kimlik olarak gördükleridir.
Kısaca, bütün o “klasik” dönem boyunca, Osmanlı kelimesinin anlamının oldukça dar olduğunu ve yönetici seçkinlerle sınırlı kaldığını söyleyebiliriz. Öte yandan bu kimliğin zamanla genişlediği ve imparatorluğun Müslüman ahalisinin katmanları arasında giderek yayıldığı ve benimsendiği de önemli bir olgudur ve mutlaka dikkate alınmalıdır. Dahası bu genişleme Müslümanlarla da sınırlı kalmamış ve Osmanlılık kavramının gayrimüslimlere de teşmil edilmesiyle yeni bir “Osmanlı Milleti” icat edilmiştir ki imparatorluğun son demlerine kadar etkisini bütünüyle yitirmeyen ve “Osmanlıcılık” dediğimiz resmî milliyetçilik ve ideoloji de bu fevkâlade önemli dönüşüme dayanır.
Tanzimat Dönemi’nin ikinci safhasını başlatan 1856 tarihli Islahat Fermanı’nda “Osmanlı Milleti” formülü kullanılmasa da padişah, “vatandaşlığın yürekten bağlarıyla birbirine bağlı” (revâbıt-ı kalbiyye-i vatandaşî ile birbirine merbut) olan bütün tebaa-ı şâhânesinin her şekilde mutlu olmasını arzuladığını söylemektedir. Burada din ve mezhep ayrımı yapılmaksızın bütün Osmanlıların kastedildiği açıktır ki bu da Tanzimat’ın “bilâ tefrik-i cins ü mezheb” diye özetleyebileceğimiz Osmanlıcılık ideolojisiyle büyük bir uyum içindedir. En dikkat çekici husus ise bu ifadelerin kullanıldığı 1856 yılında kimin Osmanlı sayılıp sayılmayacağını gösteren bir vatandaşlık tanımının yasal olarak henüz yapılmamış olmasıdır.
Yasal durum ancak 28 Ocak 1869’daki “Tabiiyet-i Osmaniye Kanunu” ile netleşti. Doğrudan atası olması hasebiyle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlık hukukunu da etkileyen bu kanunla kimlerin Osmanlı olduğuna, Osmanlı uyrukluğunun nasıl kazanılacağına ve yitirileceğine dair düzenleme yapıldı. Ayrıntısına girmeyelim, konumuz açısından önemli olan nokta, bu kanunla birlikte imparatorluk ahalisi arasında en ufak bir inanç veya etnik ayrım yapılmaksızın, modern-anayasal eşit ve teritoryal vatandaşlık anlayışı çerçevesinde herkesin vatandaş olarak kabul edilmiş olmasıydı. Dolayısıyla herkes Osmanlıydı. Hatta kanun, Osmanlı sınırları içinde ikamet eden herkesi Osmanlı tabiiyetinde kabul etmiş, ancak kendisinin yabancı bir devletin uyruğunda olduğunu ispat edenlere Osmanlı muamelesi yapılmayacağını hükme bağlamıştı. Ana ve babası Osmanlı olarak doğan her çocuk veya sadece babası Osmanlı olan çocuklar Osmanlıydı.
Bu kanunla “ecnebi” kelimesi de kaçınılmaz olarak yeniden tanımlanmış, dinî-etnik aidiyeti ne olursa olsun, imparatorluk sınırları dışından gelen kişilerin Osmanlı uyrukluğunu nasıl kazanacaklarının kuralları konmuştu. Başka bir deyişle, imparatorluk içindeki herkes dinî veya etnik aidiyetlerine bakılmaksızın eşit Osmanlılar olarak görülürken, sınırlar dışından gelen bir kişinin Müslüman veya Türk aslından olması onu otomatik olarak Osmanlı yapmaya yetmiyordu. Kanunun arkasındaki bu düşünce tarzının Osmanlıcılık resmî ideolojisiyle ilişkisi açıktır. (Son dönem Osmanlısının tabiiyet sorunları hakkında bkz, İbrahim Serbestoğlu, Osmanlı Kimdir?)
Böylece, başlangıçta sadece bir savaş şefinin takipçilerine (comitatus) ad olan Osmanlılık zaman içinde kapsamını genişletmiş ve imparatorlukta yaşayan herkesin üst kimliği hâline gelmişti. Osmanlı devletinin resmî bir milliyetçilik ideolojisi ve ona uygun bir vatandaşlık hukuku geliştirmesinin imparatorluktaki dinî-etnik bütün sorunları çözdüğü ise tabii ki iddia edilemez. Bu hususta, gayrimüslimlerin nasıl ikna olmadıkları ve ayrılıkçı çabalardan vazgeçmedikleri sıkça tekrarlanır. Müslüman ve Türk Osmanlıların bu resmî milliyetçilik ideolojisine olan tepkilerinden ise pek bahsedilmez. Bu da beni, sorup da cevaplandırmadığım soruya getiriyor. Acaba, Osmanlıcılığa karşı Müslümanlar ve özelde Türkler ne tür tavırlar geliştirmişti. Mecburen devam edeceğiz.