Osmanlıdan bu yana sistem değişikliği arayışları
Osmanlı anayasa tarihini 1808’deki Sened-i İttifak ile başlatmak bir gelenek olmuştur ama daha geriye gitmek de mümkündür.
Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerini kapsayan son iki küsur yüzyıla bakıldığında hemen yapılabilecek bir gözlemle başlayayım: Anayasal arayışlar olarak da görebileceğimiz bütün sistem değişiklikleri veya sistem değiştirme çabaları iç ve dış büyük siyasî olayların ve onların yarattığı dönüşüm ve kırılmaların peşinden gelmiştir. Savaş, iç savaş, ayaklanma, darbe gibi büyük siyasî olayların hemen arkasından sistem değiştirme çabalarına girişilmiştir. Bu çabalardan bazıları başarılı ve uzun ömürlü olmuş, bazılarının ömrü ise ürettikleri esas belgenin üzerindeki mürekkebin kuruma süresi kabilinden kısa olmuştur.
Başarılı veya başarısız, irili ve ufaklı bütün bu sistem değişikliklerinde değişik taraflar arasında ve değişen oranlarda bir mukavele unsuru, bir kavilleşme görmek de mümkündür. İşte bazıları adları ve sanlarıyla gerçekten de anayasa olan ve bireyin haklarıyla ilgili düzenlemeler de getiren bu sistem değiştirme girişimlerindeki anayasallık vasfı, temelde bu mukavele / sözleşme unsurundan kaynaklanmıştır. Mukavelenin, yeminler veya karşılıklı yeminler ile sağlamlaştırıldığı, bir muahede şeklini aldığı da görülmektedir.
Osmanlı anayasa tarihini 1808’deki Sened-i İttifak ile başlatmak artık bir gelenek olmuştur. Hemen akla gelebilecek bir kaynak olduğu için zikredeyim, merhum Suna Kili ve merhum Şeref Gözübüyük’ün Türk Anayasa Metinleri adlı derlemesinin alt başlığı “Senedi İttifaktan Günümüze” şeklindedir. Aynı şekilde, yine merhum Bülent Tanör’ün Osmanlı- Türk Anayasal Gelişmeleri (1789- 1980) başlıklı çalışmasında da, anayasal gelişmelerin reform düşüncesiyle ilgisi açısından her ne kadar III. Selim döneminden kısa bir bahis varsa da, belge analizini o da Sened-i İttifak ile başlatıyor.
Bu yaklaşıma temel olarak bir itirazım yok; Sened-i İttifak’ı ben de anayasal nitelikleri olan bir mukavele olarak görüyorum ama zaman içinde biraz daha geriye gidilebileceği ve içlerinde mukavele / muahede yani sözleşme unsurları da barındıran bazı tarihî olayların ve hatta bazı esas belgelerin Sened-i İttifak’ın gölgesinde kaldığı kanaatindeyim. Burada Sened-i İttifak öncesinden başlayarak söylediklerimi açmaya çalışacağım, ama önce yazımın başındaki gözlemi biraz daha ete kemiğe büründürmek isterim.
On sekizinci yüzyılın sonlarından başlayarak hızlıca bakalım: Nizam-ı Cedit herhâlde az bir sistem değişikliği değildi; Avusturya ve Rusya ile savaşların başarısızlıkla sonuçlanması ve ordunun artık çarpışamayacağını bir mahzar ile padişaha bildirmesinden sonra, 1792’de geldi. Hüccet-i Şeriyye, 1807’de Kabakçı Mustafa Ayaklanması adıyla bilinen ve Nizam-ı Cedit’i sona erdiren ayaklanma- darbeden sonra, kaleme alınan ve ondan önceki sisteme iman tazeleyen bir mukaveleydi. Bir tür Osmanlı Magna Carta’sı olarak selamlanan Sened-i İttifak, 1808’de Alemdar Mustafa Paşa’nın sekbanlarıyla İstanbul’u işgal etmesi ve Nizam-ı Cedit karşıtlarını ezip sadrazamlığa el koymasından sonra; ayanlar, merkezî bürokrasi, ulema ve padişah arasında yapılan bir sözleşmeydi.
1839 Gülhane Hatt-ı Hümayun’u (Tanzimat Fermanı), Mısır Meselesi ve ürettiği krizlerin tavan yaptığı bir esnada ve Koca Hüsrev Mehmed Paşa’nın hükümet darbesi sonrasında ilân edildi. 1856 Islahat Ferman’ı Kırım Savaşı’nın doğrudan sonucuydu, Paris Barış görüşmelerine gidilmeden çıkarıldı. 1876 Kanun-ı Esasî’si, Anadolu’da kıtlık, Rumeli’nde ayaklanma, şiddetli bastırma ve savaş ortamında, bir değil iki padişahın tahttan indirilmesinden sonra getirildi. Kanun-ı Esasî’nin padişaha verdiği büyük yetkiler ise ancak başka bir ayaklanma ve tahttan indirmeden, yani 31 Mart vakasından, sonra, 1909’daki “tadiller” ile törpülendi ki bu büyük değişikliklerden sonra ortaya çıkan ürüne eskisiyle olan farkını vurgulamak için “Muaddel Kanun-ı Esasî” denebilir.
Osmanlı devletinin gelecekte alacağı şekil üzerine tek taraflı bir beyanname olan ve birey hakları hakkında bir şey söylemese de grup hakları hakkında yaptığı açık tesbitlerden dolayı yine “Magna Carta” ya benzetilen Misâk-ı Millî ise mütareke döneminin ağır şartları altında ilân edilmişti. 1921 Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu, Millî Mücadele döneminde olağanüstü yetkili bir ihtilâl meclisinin ürünüydü. Yeni bir anayasa olan 1924 Teşkilât-ı Esâsî’sinin ne kadar büyük bir kırılma ve dönüşüm sonucu ortaya çıktığı da ortadadır. 1961 Anayasa’sı, 1960 darbesinden sonra ve nihayet, 1982 Anayasa’sı ise 12 Eylül 1980 darbesinden sonra geldi.
Sadece basitçe sıralamak bile uzun sürüyor değil mi? Tabii ki bu sistem değişikliği çabalarının hepsinin tamamen aynı koşullar altında vuku bulduğunu veya değişiklik yapmak isteyen grupların aynı veya benzer niyet ve zihniyette olduğunu iddia edecek değilim. Kendileri de büyük dönüşümler getiren Islahat Fermanı ve 1924 Anayasa’sı nispeten daha istikrarlı zamanların ve olağan hâllerin ürünü gibi duruyor ama onlar da işte Kırım Savaşı ve İstiklâl Harbi gibi iki büyük ve dönüştürücü savaşın ardından geldi. Tamamıyla asude zamanların ürünü olmadıkları aşikâr. Diğerlerindeki olağanüstülük oranı ise hakikaten göz çıkarıyor.
Bu çeteleye güncel bir not düşmek kabilinden söyleyeyim; 15 Temmuz darbe girişimi kepazeliğinden sonra bugün fevkalâde önemli bir sistem değişikliğini içeren bir anayasa referandumuna gidişimiz de yukarıdaki genel resimle uyumlu görünüyor. Bazı “gelenekleri” aşmayı tercih etmiyor gibiyiz. Neden? Normal bir zamanda, sağlam bir kafayla sakince düşünerek bir sistem değişikliği yapamıyor muyuz? Neyse, değil tarihçilerin, yargının bile henüz hüküm vermediği bir vak’a ve tabii ki henüz gerçekleşmemiş olduğu için akıbeti belli olmayan bir halkoylaması hususlarında tarihçi olarak fazla bir şeyler söyleyemem. Bütünüyle “teorik” bir noktadan bakınca görünen budur. Ayrıca, dünyadaki büyük sistem değişikliklerinin en önemlilerinin de, mesela Amerikan ve Fransız devrimleri gibi çalkantılı ve kargaşalı büyük siyasî- sosyal olaylardan sonra yapıldığını belirtmekte fayda var.
Sened-i İttifak öncesine gelince, Nizam-ı Cedit’in neresinde görüyorum sahi kendine anayasallık atfı yapabileceğimiz bir gelişme, kimlerin hangi hakları (bir kez daha) teminat altına alınmış, nerede var bir sözleşme unsuru, kim kiminle ahitleşmiş? Tamı tamına bir yıl oluyor, bu sayfada “Vüzerâ Kanunnamesinin ne günahı vardı?” başlıklı bir yazı yazmıştım. Nizam-ı Cedid döneminin ilk icraatlarından biri olan Vüzera Kanunnamesi, Osmanlı ülkesindeki herkesin kanı, canı, malı ve ırzının korunması hususunda bütün valileri uyarıyor, üstelik bunu Müslim- gayrimüslim farkı gözetmeksizin yapıyordu. Başka bir deyişle, Tanzimat Fermanı’na sonraki nesillerin gözünde anayasallık atfı kazandırmada çok önemli olan ve yapılacak kanunların dayanacağı “mevâdd-ı esâsiye” (esas maddeler) olarak orada zikredilen “emniyet-i can ve mahfûziyet-i ırz ü namus ve mal” maddelerini aynıyla Vüzera Kanunnamesinde de görmekteyiz. Bu temel teminatları vermenin, doğal hukuktan gelen insan haklarını güvence altına alarak devlet ve tebaası arasındaki bağları güçlendireceği ve bu anlamda bir sosyal sözleşme oluşturacağı ileri sürülebilir.
Bunun ötesinde, kanunların kimler eliyle, nasıl bir yöntemle yapılacağı ve “yasayıcılar” olarak işlev gören kişilere ne gibi dokunulmazlıklar veya teminatlar verildiği ve herkesin esas belgeye ve kanunlara olan sadakatinin nasıl sağlanacağı hususları da önemlidir. Gülhane Hattını bu açıdan incelemek herhalde müstakil bir yazının konusu olur ama Nizam-ı Cedit ile kıyas amacıyla kısaca belirteyim; Tanzimat’ın kanunları hazırlayan ana kurumu Meclis-i Ahkâm-ı Adliye’dir [Meclis-i Vâlâ]. Abdülmecid, orada ve “Bâb-ı Seraskerî Dâr-ı Şûrâsında” [Dâr-ı Şûrâ-i Askerî] toplanacak üyeler ve devlet adamlarının hepsinin fikirlerini “hiç çekinmeyip serbestçe söyleyerek” kanunları hazırlayacağını vurguluyor. Bu kanunlara karar verildikçe padişahın hatt-ı hümâyûnuyla onaylanacaklarını ve yürürlüğe gireceklerini söylüyor.
Bütün bu düzeni kuran esas belge / anayasa makamındaki Gülhane Hattına karşı (ve dolayısıyla ona dayanarak yapılacak olan kanunlara da) herhangi bir harekette bulunmayacağına dair padişah “ahd ü misak” edecekti. Bu anlamda da padişah, kendi fermanı ile kendi otoritesini sınırlamış oluyordu. Yine aynı şekilde bütün ulema ve vükelâya da Hırka-i Şerif odasında yemin ettirilerek sadakatlerinin sağlanacağı düşünülmüş ve bu “kavânin-i şer’iyeye” karşı çıkanların cezalandırılacağı belirtilmiştir. Burada da herkesin hakkettiği cezanın “hiç rütbeye ve hatır ve gönüle bakılmayarak” icra edileceği söylendiğine göre hukukun üstünlüğünün vurgulandığını söyleyebiliriz. Böylece, kanun yapma işinin bir grup profesyonele havale edilmesinin de ilim dünyasının ilgisini çektiğini belirtip burada bırakayım.
Nizam-ı Cedit ile olan bağlantılara daha doğrusu Nizam-ı Cedit’in her veçhiyle Tanzimat’ın öncülü olduğu noktasına gelince, yukarıda bahsettiğim Vüzera Kanunnamesinde değil ama Nizam-ı Cedit döneminde çıkarılan pek çok kanunda gayet ilginç ifadeler görmekteyiz. Bu ifadelerin başında söz konusu olan kanunun “ittifak-ı ârâ” (oybirliği) ile kararlaştırıldığının belirtilmesi gelmektedir. O dönemde, imparatorlukta kanun yapan bir kurum mu varmış? Kimlerin oybirliği ile yapılıyormuş kanunlar? Mesela, topçu ocağı için yapılan kanunun mukaddimesi aynen şöyledir: “İşbu kânûnnâme-i hümâyûnum ittifak-i ârâ-yı ‘ulemâ ve erbâb-ı şûrâ ile tertîb ve tanzim ve pesendîde-i mülûkânem olmağla ilâ mâşâllâhü te‘âlâ düsturü’l-‘amel tutulmak üzere iktiza eden mahallere kayd oluna ve kânûnum olmağla bir vakitde hilâfına cesaret vukû‘a gelmeye mugâyiri hareket eder olur ise haklarından geline.”
Buradan anlıyoruz ki, kanun yaparken oybirliğine ulaşması gerekenler bazı âlimler ve kendilerine “erbâb-ı şûrâ” denilen bir grupmuş. Padişah da onaylayınca kanun yürürlüğe giriyormuş. Dolayısıyla padişahın kanunları tek başına geçirmediğini hatta kanun yapan yasayıcı gruptan farklı bir konumda, icra makamı olarak ortaya çıktığını da söyleyebiliriz. Devam edeceğiz.