Oldur iş kim danış ile doğrula
Osmanlı yöneticileri, keyfî hareket etmediklerini, işi bilenlere
danıştıklarını, görüş aldıklarını hemen her çağda göstermek istemişlerdir.
Al-i İmran suresinin meşhur 159. ayetine sık gönderme yapan ve oradaki “ve şavirhum fi’l-emr” (onlarla işte danış) buyruğunu düstûr edinen bir kültürde meşveret etmek çok yaygın bir gelenekti. Osmanlıda bu geleneğin, Divan-ı Hümayun’un giderek etkisizleşmesiyle, 18. yüzyılın Meclis-i Şura’larından başlayarak yeniden kurumsallaştığını; Meclis-i Vâlâ ile Tanzimat’ın yasayıcılığını üstlendiğini ve Şura-yı Devlet (Danıştay) ile Divan-ı Ahkâm-ı Adliye’nin (Yargıtay) ayrışmasıyla bugüne kadar gelen yüksek mahkemeleri ürettiğini söyleyebiliriz. Tabii ki tüm bu kurumsal tecrübelerden geçerek Osmanlı parlamentosuna ulaşan bir damarın mevcut olduğu da ileri sürülebilir. Gözden kaçırılmaması gereken bir nokta ise, gelenek birden fazla kurumda uygulanırken dahi ihtiyaç halinde meşveret meclislerinin toplantıya çağrılabiliyor olmasıdır.
Mesela, 22 Temmuz 1920’de Sevres taslağını görüşmesi için Sultan Vahideddin tarafından toplantıya çağrılan Şura-yı Saltanat böyle bir özel (ad hoc) bir meşveret meclisiydi. Onun toplantıya çağrılması, kendileri de meşveret geleneğinden beslenen kurumları devreden çıkarmamıştı bilakis Ankara’daki TBMM, Şura-yı Saltanat’a katılan kişileri Serves’i imzalayanlarla birlikte vatan haini ilân etmişti. Bu örnekte meşveret meclisinin toplanması bir işe yaramamıştı ama padişahın, verilmesi gereken zor bir karar için meşruiyet arayışı içinde olduğu söylenebilir. Bu anlamda, o, seleflerinden farklı bir davranış içinde değildi. TBMM’nin sert tepkisinin ise padişahı Sevres’i onaylamaktan alıkoyacak denli uyarıcı bir etki yaptığı söylenebilir.
Geç dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda meşveret yoluyla nasıl “birlik ve beraberlik” sağlanmaya çalışıldığını ve meşveret yapılan meclislerin hangi ilkelerle karar aldığını biraz erteleyelim ve bu yazıda daha erken dönemlere uzanarak bazı örneklere bakalım. Erken dönem kaynaklarında beyin veya padişahın “kendi başına hareket” etmediğini, “hod-rey” olmadığını, sünnete uyduğunu, istişare ettiğini, meşveret yaptığını gösteren pek çok örnek vardır. Meşveretin özellikle savaş ve barış kararları gibi önemli konularda devreye sokulan bir gelenek olduğu da açıktır.
***
Eserini 15.yüzyılın başında manzum olarak kaleme alan ve elimizdeki en erken Osmanlı tarihi metninin sahibi olan Germiyanlı Ahmedî anlatısında İslâmî ideallere fazlasıyla uygun bir dünyayı tasvir eder. Ona göre Osmanlılar gazidir. “Gaziler” ise, şirki yeryüzünden kaldırmak için çalışan, kiliseleri- manastırları yıkan, onları mescid eyleyen (mescid yapacakları binayı niye yıksınlar?), kısaca din yolunda cihad eden savaşçılardır. İşte Ahmedî’ye göre Selçuklu Sultan’ı Alâaddin, gaza etmek için Osman’ın babası Ertuğrul beraberinde olduğu hâlde Sultan Höyüğü’ne gelir. Niyet budur ama kendi ülkesini Tatar basmasın mı? Konya’ya geri dönmek durumunda kalır ama işi tamamlaması için Ertuğrul’u orada bırakır. Ahmedî, bu hayalî olayları anlatırken kafasındaki ideal İslâmî yöneticiyi de Ertuğrul’un şahsında canlandırmıştır:
Uydu anda çok kişi Ertuğrul’a
Oldur iş kim danış ile doğrula
Ol gelenlerle gönül berkitti ol
Hak yoluna canını terk etti ol
Ahmedi’nin 13.yüzyılın ikinci yarısında olan olayları bilebilecek durumda olmadığı bellidir ama danışma ile iş yapan bir bey tahayyülü o dönemin uç kültürüne hiç de yabancı olmasa gerektir. Bu konuda söylenebileceklerin asgarisi ise, bu idealin eserin yazıldığı 1410’lu yıllarda kesinlikle geçer akçe olduğudur. Aynı şekilde, yine en erken Osmanlı tarihçilerinden olan Aşıkpaşazâde de ilk Osmanlıları bilmediklerini sorup öğrenen kişiler olarak göstermektedir. Ona göre Osman Gazi’nin oğlu Orhan’a şöyle bir vasiyeti vardır: “Ve bir kimse kim sana Tanrı buyurmadığı sözü söylese sen anı kabul etme (…) Ve ger bilmezsen Tanrı ilmin bilene sor”. “Tanrı ilmi” ibaresinin teolojiye (theos logos) tam karşılık geldiğini ve kastedilenlerin ulema olduğunu hemen belirtelim.
Danışma kelimesinde birinin bilmediği bir konuyu sorup öğrenmesi anlamı olduğu gibi kendisinin de fikri olduğu bir konuda başka görüşleri öğrenmek istemesi, bir işin yapılışı sırasında birbirinin yerine geçebilecek seçeneklerin tartışılması anlamları da muhakkak vardı. Kişinin kendi görüşüne rey diyebiliriz. Meşveretin rey sahibi kişilerle yapılması temel kuraldı. Son karar ise yönetici konumunda olanındı. Aşıkpaşazâde, Karacahisar’ın alınmasından sonra nasıl bir yol izlenmesi gerektiği konusunda Osman Bey ile kardeşi Gündüz arasında yaşandığını söylediği bir tartışmayı aktarırken şüphesiz kendi tercihinin ne olduğunu da söylemekteydi. Osman Bey, Gündüz’e “Sen ne dersin kim biz bu vilayetleri nice feth edevüz?” diye sormuş da güya şu cevabı almış: “Nevâhimizde olan vilayetleri uralım, bozalım”. “Bu reyin fesadı vardır” diyen Osman Bey, etrafı yakılıp yıkılınca kendi şehirleri olan Karacahisar’ın mamur olmayacağını belirtmiş ve en iyisinin komşularıyla iyi geçinmeye bakmak olduğunu söylemiş.
***
Osmanlıların Balkan Yarımadası’ndaki ilerlemelerinin onları sonunda Macar Krallığı ile ciddî bir çatışmaya sürüklediği malumdur. Hunyadi Yanoş önderliğinde saldırıya geçen Macar ve Sırp güçlerine sert bir direniş gösteren ve kendi topraklarını yakıp yıkarak düşmanın ilerlemesini durdurmaya çalışan Osmanlılar sonunda İzladi Derbendi savaşında (1443) karşılarındaki koalisyona yenilmişlerdi. Neredeyse eş derecede ağır kayıplar veren Macarlar da iyi durumda olmadığı için 1444’te Szegedin Barışı diye anılan barış yapıldı. Çağdaş Osmanlı kaynaklarından Gazavât-ı Sultân Murâd b. Mehemmed Hân’a göre barış isteği Macar kralından gelmiş ama kral barış yapılması için Semendire ve Güvercinlik kalelerinin Sırbistan’a “hibe” edilmesi şartını koşuyormuş.
***
Osmanlı padişahı II. Murad, paşalarının düşüncesini sorduğunda aldığı cevap ilginçtir ve bir bakıma hangi hâllerde meşveretin bir zorunluluk olarak görüldüğü konuısunda iyi bir fikir vermektedir. Kaynağımıza göre paşalar “Padişahım, bu iş gayrı işe benzemez, divan ferman buyurun ki, sigâr ve kibâr iş-erenleri ve ocak halkı cümle cem olub müşâvere olunsun kim, bu kâfirler gerçi barışmak diler, lâkin bir iki pâre kale ister. Bu müşâvere olunmayınca olmaz” demişler. Maalesef, tek nüsha olan yazmanın tam da bu meşvereti anlatan iki sayfası eksik olduğu için, iş erleri ve yeniçerilerin de katılımıyla normal bir divan toplantısından farklı ve çok daha geniş olan bu meşverette kimlerin hangi pozisyonu savunduğunu bilemiyoruz. Metne tekrar kavuştuğumuzda Sultan Murad olduğu anlaşılan bir kişinin “Heman erkenden sulhu kabul edip bazarı pekiştirmek makûldür” dediğini okumaktayız. Nitekim öyle olmuş, Osmanlılar istenen kaleleri vermiş ve barış imzalanmıştır. İmzalanmıştır ama Murad da uğradığı prestij kaybından dolayı tahtı oğluna bırakıp Manisa’ya çekilmek durumunda kalmıştır.
***
Yine aynı kaynaktan, bir meşverette padişahın ünlü akıncı beylerinden Turahan Bey’in söylediklerini beğenmediğini ve bunu belli ettiğini öğreniyoruz. İşin ilginç yönü, Turahan Bey’in de padişahın fikirlerini dikkate almadığıdır. Kaynağımız, “Padişah-ı Âlem-penâh hazretleri bunların söylediği sözlerden hazzetmedi. Lâkin Turahan eski iş görmüş adamlar olmağın mukayyed olmadılar” diyor. Sofya Ovası’ndaki bir çatışmada ise Osmanlı tarafı zafere ulaşmak üzereyken, düşmanın taburundan çıkarak saldırıya geçmesinin an meselesi olduğunu söyleyen Turahan Bey ısrarla askerin durdurulmasını istiyormuş. II. Murad düşmanın mecali kalmadığını biliyormuş ama “[B]u iş benim dediğim gibi olursa ne güzel, amma aksi zuhur edecek olursa Padişah söz tutmaz derler” diye düşünerek geri çekilme emri vermiş. Diyebiliriz ki henüz Türk soyluluğunun ve büyük akıncı beylerinin etkili olduğu bu erken dönemde padişahlar danışarak iş yapmaya özel bir önem veriyorlardı ve belki daha da önemlisi, toplumun beklentisi de bu yöndeydi.