Misâk-ı Millî güney sınırları için herhangi bir yöreyi işaret etmemişti
Son yazımda söz verdiğim gibi, bir yandan Misâk-ı Millî’nin kendinden önceki beyannameler ile ilgisini kurayım hem de başta Mustafa Kemal olmak üzere Misâk-ı Millî’ye sonraları nasıl yaklaşılmış o konuda bir şeyler söyleyeyim istiyorum. Bu ikinci bağlamda Karar okuyucularına sevgili İbrahim Kiras’ın geçenlerde yazdığı toparlayıcı yazıyı (“Misakı Millî’yi Keşke Yazmasaydınız”) hatırlatayım hemen. Kiras, Misâk-ı Millî’yi yazmakla gururlanan İzmit mebusu Sırrı Bey’e, Mustafa Kemal’in, TBMM’deki Lozan tartışmaları esnasında, 1923’te, “Keşke yazmaya idiniz. Başımıza çok belâ koydunuz” cevabını verdiğini hatırlattı. Bu, Lozan’da işlerin tıkanmasından dolayı Mustafa Kemal’in verdiği anlık bir tepki miydi yoksa Misâk-ı Millî ile daha kökten, daha derinlere giden bir görüş ayrılığı mı vardı?
Cumhuriyet dönemi resmî tarihyazımcılığının Millî Mücadele hakkında ulaştığı hükümler arasında, Misâk-ı Millî’nin kendinden önceki kongrelerde kabul edilen ilkeler uyarınca “ulusal kurtuluş savaşının programı” olduğu hususu önemli bir yer işgal eder. Bunu bizatihi Milli Mücadele esnasında oluşan bir konsensusun basit bir yansıması olarak görmek çok açıklayıcı olmaz sanırım. Daha belirleyici olan herhalde Mustafa Kemal’in yaklaşımıydı. O, 1927’deki Nutkunda milletin amaç ve maksatlarının Misâk-ı Millî adıyla kısa bir program hâline getirildiğini belirtiyor ve “İstanbul Meclisi’nde bu esaslar, hakikaten toplu bir surette tahrir ve tesbit olunmuştur” deme kadirşinaslığını gösteriyor. İlginç olan nokta ise bu esaslarla ilgili hiçbir ayrıntıya girmemesidir.
Erken dönem resmî tarih kitapları da Nutuk’u yakından izlemekte ve Misâk-ı Millî’ye karşı belirli bir mesafeyi korumaktadır. Belgenin metnini tahrif ederek veren Tarih IV ders kitabı, aynen Mustafa Kemal gibi Meclis-i Mebusan’ın İstanbul’da toplanmasını yoğun olarak eleştirir, Misâk-ı Millî maddelerini hiç tartışmaz ama programın ilk müsveddelerinin Mustafa Kemal tarafından kaleme alındığını vurgular ve şöyle devam eder:
“İstanbul Meclisinde bu programa muvafık olarak ‘Misakı Millî’ denilen vesika tanzim edildi ve Meclis tarafından kabul olundu (…) Erzurum ve Sivas Kongreleri esasatının Meclis kararı olmak üzere ‘Misak-ı Milli’ suretinde ilânı bu son Osmanlı Meclisinin yegâne müspet bir işi olarak telâkki edilebilir.”
Yine benzer bir şekilde, Yusuf Hikmet Bayur’un, 1934’te, “Türk Tarihinin Ana Hatları Eserinin Müsveddeleri” serisinden yayımladığı ve kendi verdiği inkılâp tarihi dersinde okuttuğu notlardan oluşan Yeni Türkiye Devletinin Haricî Siyaseti kitabında, Misâk-ı Millî fevkâlâde önemsiz bir yer işgal etmektedir. Bu konuda söylediklerinin tamamı şudur:
“28 kânunusani 1920’de esasları Erzurum, Sivas ve Ankarada vazolunmuş olan Misakı Millî, İstanbulda toplanan son Meclisi Mebusan tarafından kabul edilmiştir.”
Örnekleri çoğaltmaya gerek yok, Mustafa Kemal’in kendisinden kaynaklanan bir yönelimle erken Cumhuriyet’in resmî tarih anlayışını dillendiren kitapların, Misâk-ı Millî’ye daha sonraki nesillerin atfettiği önemi atfetmediği açıkça görülüyor. Misâk-ı Millî, Erzurum ve Sivas Kongreleri ilkelerinden ibaretse ve onlara uygunsa, dahası bu ilkeler Mustafa Kemâl’ce şahsen belirlenmiş ve/ya benimsenmiş ise sorun ne? Mustafa Kemal’in ücra bir köşedeki küçük bir devlet memuruyla yazışmasını veya İtilâf’ın işgalci komutanlarından birinin halka bildirisini çok daha geniş işleyen bu kitaplardaki bu mesafeli tavır nedir?
Erzurum Kongresi’nin kararlarına baktığımızda gerçekten de Misâk-ı Millî ile organik benzerlikler görürüz. Sivas Kongresi kararlarında bu daha da belirgindir. Hem Erzurum’da hem de Sivas’ta, Osmanlı vatanının bütünlüğü ve millî istiklâlin sağlanması ile saltanat ve hilâfet makamlarının korunması için Kuva-yı Milliyeyi etken ve millî iradeyi egemen kılmaktan söz edilir. Söz konusu vatanın sınırları konusunda da büyük bir netlik vardır. Her iki beyannamede de Osmanlı ülkesi 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi’nin çizdiği sınırlar içinde kalan yerlerin hepsi olarak gösterilir.
Sivas Kongre’sinin ve Misâk-ı Millî’nin ilk maddelerini peşpeşe ve aynen alıntılarsam benzerlik ve tabii ki farklılıklar çok daha rahat görülebilir:
“1. Devlet-i Aliyye-i Osmaniye ile Düvel-i İtilâfiye arasında münakit mütarekenamenin imza olunduğu 30 Teşrinievvel 334 tarihindeki hududumuz dâhilinde kalan ve her noktası İslâm ekseriyet-i kahiresiyle meskûn olan Memalik-i Osmaniye aksamı yekdiğerinden ve camia-ı Osmaniyeden gayr-i kabil-i tecezzi ve hiçbir sebeple iftirak etmez bir küll teşkil eder; memalik-i mezkurede yaşayan bi’l-cümle anasır-ı İslâmiye yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ve fedakârlık hissiyatıyla meşhun ve hukuk-ı ırkiye ve ictimaiyeleriyle şerait-i muhitiyelerine tamamıyla riayetkâr öz kardeştirler.”
“1. Devlet-i Osmaniye’nin münhasıran Arap ekseriyetiyle meskûn olup 30 Teşrinievvel 1918 tarihli mütarekenin hîn-i akdinde muhasım orduların işgali altında kalan aksamının mukadderatı, ahalisinin serbestçe beyan edecekleri ârâya tevfikan tayin edilmek lazım geleceğinden, mezkûr hatt-ı mütareke dâhil ve haricinde dinen, irfânen, emelen müttehit ve yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ve fedakârlık hissiyatıyla meşhun ve hukuk-ı ırkıye ve ictimaiyeleriyle şerait-i muhitiyelerine tamamıyla riayetkâr, Osmanlı İslam ekseriyetiyle meskûn bulunan aksamın heyet-i mecmuası hakikaten veya hükmen hiçbir sebeple tefrik kabul etmez bir külldür.”
İki belge arasındaki en önemli fark, Sivas’ta, mütareke sınırları içinde somut bir Osmanlı vatanı tanımlanmış ve ayrılması zımnen kabul edilmiş bölgelere herhangi bir etnik aidiyet izafe edilmemişken, Misâk-ı Millî’de ayrılabileceklerin ancak işgâl altındaki Arap çoğunluğun yaşadığı topraklar olduğunun söylenmesidir. Araplar dışındaki Osmanlı İslâm çoğunluğun, mütareke sınırının hangi tarafında yaşadığı dikkate alınmaksızın Osmanlı vatanının bölünmez bir parçası olduğu vurgulanıyor, üstelik işgal altında olmayan Arap çoğunluk toprakları da Osmanlı olarak görülüyordu. Tabii bir de Sivas’ta, İslâm çoğunluğun birbirlerine ne gibi bağlarla bağlı olduğu konusuna hiç girilmemiştir.
Buna göre, eğer bir Osmanlı vilâyeti Arap çoğunluğuna sahip değilse, mütarekeden önce işgâl edilmiş olsa bile Osmanlı olarak kalıyordu. İtilâf devletleri Erzurum ve Sivas Kongresi kararlarına göre çok daha muğlâk ve maksimalist talepler içeren böylesi bir barış önerisinden herhalde hoşlanmazlardı ve bu hoşnutsuzluklarını da İstanbul’u işgal ederek gösterdiler. Öte yandan, Misâk-ı Millî’nin çizdiği hiçbir somut sınır olmadığı için işgâl altındaki bazı Osmanlı topraklarının, ancak Arapların çoğunluk olup olmadığının (ve tabii ki Osmanlı’da kalıp kalmamak tercihlerinin) tesbit edilmesinden sonra Osmanlı vatanının parçası olarak görülebilecekleri hususunun yarattığı belirsizlik Ankara’nın da çok beğenebileceği bir şey değildi. Her şeyden önce İtilâf devletlerinin işgâlleri altındaki yerlerde etnik aidiyeti belirleyen sayımlara veya yerel nüfusun tercih belirtebilecekleri referandumlara olumlu bakmayacakları söz konusuydu. Nitekim Yunanlılar Anadolu’dan çıkarıldıktan sonra bile, Lozan’da Musul sorunu müzakere edilirken Türkiye tarafı sürekli olarak bir referandum yapılmasını talep etmiş fakat Lord Curzon’ın direncini aşamamıştı. Üstelik bu, Musul mütareke sınırları içindeyken işgâl edilen bir yer olmasına rağmen böyleydi. Misâk-ı Millî’de, işgâl altındaki Arap çoğunlukla meskûn yerlerin kendi kaderlerini tayin edebilecekleri açıkça söylendikten sonra Türkiye; Irak veya Suriye’nin işgâl altındaki hangi yöresinde referandum talep edecekti?
Türkiye’nin, 1920’lerde Suriye ve Irak manda yönetimlerinin belirli bir parçasında sayım yapılmasını istemek veya referandumu dayatabilmek gibi bir gücünün olmadığı izahtan varestedir. Ayrıca Misâk-ı Millî’de, Suriye ve Irak’ta sayım veya referanduma hiçbir gönderme olmadığı hususu bir yana dursun, işgâl altındaki hangi Osmanlı topraklarının “Arap çoğunluğun yaşamadığı topraklar”, dolayısıyla da Osmanlı vatanının bölünmez bir parçası olacak yerler olduğu yolunda da en ufak bir emare, hatta bir iddia bile yoktur. Daha açık bir deyişle Misâk-ı Millî, Irak ve Suriye’de Osmanlı vatanının bir parçası olarak gördüğü tek bir yerleşim yerinin bile adını açıklamamıştır.
Aynı beyannamede, Kuzeydoğu Anadolu’daki “elviye-i selase” ve “Garbî Trakya” için halkoyuna başvurulmasının kabul edileceği açıkça söylendiğine göre güney sınırı konusundaki bu suskunluğu nasıl açıklamalıyız acaba? Misâk-ı Millî için Meclis-i Mebusan’da yapıldığı söylenen oturumun herhangi bir tutanağı olmadığı, hatıratlardan sızan bilgi de hiç mesabesinde olduğu için referandum kavramını gayet iyi bilen o heyetin, neler düşünerek güneyde de belirli bir yer veya yöreyi zikretmediğini bilemiyoruz. Bu konuda ancak akıl yürütebiliriz. Şöyle ki, Misâk-ı Millî, işgâl altındaki Arap çoğunluk topraklarında bir halkoylaması yapılacağını varsayıyordu. Bunu, o yöreler “ahalisinin serbestçe açıklayacakları oylara göre” ifadesinden çıkarsamak mümkündür. Böylece bu topraklarda yapılacak serbest bir halkoylamasından, eğer kaderlerini Osmanlı ile beraber gören bir yerler zuhur edecek olursa herhalde oraları sahiplenilecekti. Bir bakıma, ayrılmayı reddeden yerlerin Arap çoğunlukla meskûn olmadıkları anlaşılacaktı! Eğer çalıya yün takılacak türünden, beklenti bu idiyse işgâl altındaki Arap ve Arap olmayan nüfusa kimselerin görüş sormadığını söyleyelim. Devam edeceğiz…