Misâk-ı Millî beyannamesinin nesi tahrif edilmişti?

Bugün elimizde aslı bulunan Misâk-ı Millî metnine baktığımızda resmî tarih kaynaklı bir belge tahrifatını olanca açıklığıyla görmekteyiz. Orijinal metinde, Mondros Mütarekesi kastedilerek, özellikleri tanımlanmış bir halkın, “mütareke sınırı içinde ve dışında” olmak üzere yaşadığı yerlerin bölünmez bir bütün olduğu söylenmektedir. Oysa resmî tarih, bugün dahi bazı okul kitaplarında yer aldığı şekliyle, bu coğrafyanın sadece mütareke sınırları içinde kalan yerlerden oluştuğunu nesillere öğretmiş ve telkin etmiştir. Bu tahrifatın üzerinde biraz daha duralım. Ama önce bu topraklar üzerinde yaşayacak halkın Misâk-ı Millî beyannamesinde nasıl tanımlandığına bakalım.

Beyanname, “hatt-ı mütareke dâhil ve haricinde dinen, irfânen, emelen müttehit” bir “Osmanlı İslâm ekseriyeti”nden bahsediyor. Din, kültür ve ülkü bağlarıyla birleşmiş bu çoğunluğun unsurlarının birbirlerine nasıl davranacaklarını tarif ediyor. Resmî tarihte bu cümle “hatt-ı mütareke dâhilinde dinen, ırken ve aslen müttehit” hâline gelmiş. Din, irfân/kültür, ülkü bağlarıyla birbirine bağlanmak nerede, din, ırk, soy bağlarıyla bağlanmak nerede! İşte metindeki bu ikinci tahrifatın da bilinçli bir tahrifat olup olmadığı konusunda emin değilim.

Fakat basit bir metin analizi bile ortada bir garabet olduğunu göstermeye yeter. “Osmanlı İslâm çoğunluğu” dediğine göre, din konusu tamamdır, zaten Misâk-ı Millî metninin hiçbir versiyonunda “din” kelimesi yerine başka bir şey, diyelim ki “deyn” (borç) okunmamış. Ama bu çoğunluk gerçekten de ırk ve soy olarak birleşmiş olabilir miydi? O dönemde “ırk” kelimesinin bugünkü “etnik grup” anlamında kullanıldığını düşünsek bile tuhaf çünkü metin, Osmanlı İslâm ahalinin “birbirlerinin sosyal ve etnik haklarına (hukuk-ı ırkiye) ve çevre koşullarına tamamıyla saygılı” olduğundan söz ediyor. Tek bir “ırk” ve “asıl” kastedilseydi böyle bir ifade kullanılmazdı. İsterseniz şöyle bakalım; son dönem Osmanlı mebusları, kendi ülkelerindeki etnik grupların kimler olduğundan habersiz değillerdi herhalde. Osmanlı İslâm çoğunluğunu Türk, Kürt, Arnavut, Boşnak, Çerkes, Laz diye sayarak tasrih etmedikleri gibi, bunlardan birinin adı altında birleşmiş bir halk tanımı yapmaya da girişmemişlerdir. Burada söz konusu olan, tabii ki etnik açıdan çoğulcu bir tanımdır. Osmanlı Devleti’nin resmî milliyetçiliği ve resmî ideolojisi olan ve 1920’de hâlâ baskın bulunan “Osmanlıcılık” ile uyum içinde bir tavır ve bir imparatorluk meclisinden beklenebilecek bir tutumdur.

Öte yandan, Misâk-ı Millî metnindeki “ırken- aslen” tahrifatının, Cumhuriyet’in başlarında epey bir taraftarı olan ve tek bir etnisiteye dayandığı tasavvur edilen ulus-devlet projeleri açısından gayet kullanışlı bir arkaplan oluşturduğunu söyleyebiliriz. Muhakkak ki tek sebep değildir ama orijinal metinde “Türk” kelimesinin “T”si geçmezken, bugün Misâk-ı Millî metninin “bölünmez bir Türk vatanının sınırlarını çizdiği” yolundaki yaygın görüşü acaba bu tahrifat hiç mi kolaylaştırmamıştır? Benim cevabım kolaylaştırdığı ve Misâk-ı Millî’de asla kastedilmeyen ve hedeflenmeyen türden bir ulus-devlet anlayışının yerleşmesini teşvik ettiği yönünde.

Peki, bu tahrifatın kasdiliği hususundaki şüphe nereden ileri geliyor? Metindeki o kritik cümlenin iki ayrı versiyonunu yukarıda gördük. Bunun bir üçüncüsü de var. O da Meclis-i Mebusan zabıt ceridesinde, TBMM’nin tutanaklar serisinden kolayca ulaşılıyor… Orada da “hatt-ı mütareke dâhil ve haricinde dinen, örfen, emelen müttehit” deniyor ki Misâk-ı Millî “sınırları” içinde yaşayacak ahalinin ırk veya irfân değil de örf açısından, gelenek görenek noktasından birleşik olduğu vurgulanıyor demektir. Tabii din ve emel kısımları baki… Şimdi kılı kırk yarmak gibi görünebilir ama önemli. Sonuçta bugün bile büyük değerler atfettiğimiz, yoğun bir şekilde tartıştığımız bir tarihî belgeyi inceliyoruz.

Irk, örf ve irfân gibi üç farklı kelimeden hangisidir gerçekte söz konusu olan? Sorunun cevabını yukarıda verdim. El yazılı asıl metinde kesinlikle “irfânen” diyor. Osmanlıca’da “ırk” ve “örf” kelimelerinin yazılışı arasında sadece bir nokta farkı var ve bu ikisi kolayca birbirine karışabilir. “İrfân” kelimesi fazladan iki harf (elif ve nun) içerdiği için diğer ikisiyle karışması daha zor ama yine de yakın bir yazış söz konusu. Dolayısıyla kasdî olmayan bir karışıklık olmuş olabilir.

Bunun böyle olduğuna dair bazı işaretler de var. İngiliz tarihçi Arnold Toynbee, henüz Cumhuriyet’in ilân edilmediği bir zamanda, 1922’de yayımladığı The Western Question in Greece and Turkey adlı kitabında Misâk-ı Millî metninin hem Fransızca hem de İngilizce çevirilerini yorumsuz olarak vermektedir. Ünlü tarihçi sadece sunumu yaparken dilini tutamamış ve “Osmanlı İmparatorluğu öldü! Yaşasın Türkiye” (L’empire Ottoman est mort! Vive la Turquie!) demekten kendini alamamıştır. Bu sevincin, işgal altında bulunan ve Arap çoğunlukla meskûn olan yerlerin kendi kaderlerini tayin edebileceği noktasının yani Osmanlı’dan ayrılabileceklerinin Misâk-ı Millî metninde peşinen kabul edilmesinden ileri geldiğini düşünmek gerekir ki savaş sırasındaki Britanya politikası da bu amaca ulaşmaktan başka bir şeyi hedeflemiyordu. Osmanlı mebusları kendilerini ve ülkelerini nasıl tanımlarsa tanımlasın, Toynbee, Arap toprakları ayrıldıktan sonra imparatorluğun ayakta kalamayacağını ve geriye kalacak yerlerin ancak Türkiye olabileceğini düşünmüş olmalıdır.

Toynbee, kitabında Misâk-ı Millî metninin “bir Osmanlı kaynaktan edinilen” Fransızcasını ve Meclis-i Mebusan’ın 17 Şubat 1920 tarihli oturumunun tutanağı olarak basılan Türkçe metnin, Fransızca metinden bağımsız olarak yapılan İngilizce tercümesini veriyor. Hemen söyleyeyim ki her iki tercüme metin de mütareke hattının içinde ve dışında meselesinde uzlaşık durumdadır, her ikisi de “içinde ve dışında” diyor. Fakat Fransızca metin, Osmanlı-İslâm halkının din, kültür ve ülkü (ideal) açılarından birleşik olduğunu söyler ve Misâk-ı Millî metninin aslının da ne dediğine başka bir şahit olup Türkçesini teyit ederken İngilizce metin burada farklılaşmaktadır. İngilizce metin açık bir şekilde “Din, ırk ve amaçta birleşmiş bir Osmanlı Müslüman çoğunluk”tan (an Ottoman Moslem majority, united in religion, in race and in aim) söz ediyor! Türkçe tahrif edilmiş metin için yaptığım çözümlemeyi tekrarlamayacağım, aynen burası için de geçerlidir. Toynbee’nin, Türkiye’nin erken Cumhuriyet dönemindeki tarihyazıcılığı eğilimlerden, üstelik daha 1922’de, etkilenmesi söz konusu olamayacağına göre, onun verdiği İngilizce metnin de bir yazım-basım hatası veya yanlış okumaya kurban gittiği anlaşılıyor ki bu da bana aynı türden bir hatanın Türk resmî tarih kitapları için de söz konusu olabileceğini düşündürtüyor. Sadece resmî tarih kitaplarında bulunan ve “ırken” dedikten sonra iyice fuzuli olan “aslen” kelimesinin de Osmanlıca’da ve özellikle el yazısında görsel olarak “asl” kelimesine çok benzeyen “emel”in yanlış okunmasından kaynaklanan basit bir hata olduğunu belirterek bu bahsi kapatayım.

Misâk-ı Millî’nin gökten zenbille inen bir metin olmadığı ve kendisinden önceki Osmanlı belgeleri ve beyannameleriyle birlikte değerlendirildiğinde daha iyi anlaşılabileceği konusunda ise söylenecek çok söz var. Nitekim Mustafa Budak’ın geçenlerde Karar’da değerli bir yazısı yayımlandı (“Misak-ı Milli Ruhu Canlanıyor mu?”). Budak bu yazısında Misâk-ı Millî’den çok önce, ta 23 Haziran 1919’da, Osmanlı Devleti’nin Paris Barış Konferansı’na sunmuş olduğu muhtırayı ele alıyor ve bu resmî belgenin Osmanlı’nın barış şartlarını ortaya koyduğunu söylüyor. Budak’a göre Misak-ı Millî beyannamesiyle “hem amaç, hem içinde bulunulan şartlar ve hem de içerik bakımlarından büyük benzerlik” gösteren bu muhtıra, “Misak-ı Milli’deki sınır belirsizliklerini ‘açık tespitleri’ ile ortadan kaldırmaktadır”. Ben herhalde tersinden ifade eder ve “Misâk-ı Millî, 23 Haziran 1919 tarihli Osmanlı muhtırasında açıkça belirtilen mutasavver Osmanlı sınırlarını dolayısıyla da Osmanlı’nın barış şartlarını belirsizleştirmiştir” derdim ama kabul, ancak bu ve benzeri belgeler yardımıyla tarihsel bağlamı yeniden kurabiliriz. Burada önemli olan, Millî Hareket henüz Anadolu’da şekillenmezden önce de Osmanlı Devleti’nin bazı kırmızı çizgilere sahip olduğunu İtilâf Devletleri’ne bildirmesi ve barış için asgarî olarak neye razı olacağını açıkça ortaya koymasıdır.

Aslında günümüzdekiler de dâhil olmak üzere öğrencilere ancak yalan yanlış “bir şeyler”den başka bir şey sunmayan ders kitapları da Misâk-ı Millî’yi tarihsel bağlam içine yerleştirmeye çalışmakta, kendisinden önceki gelişmeler ve onların ürettiği belgeler ile ilişkisini kurmaya çalışmaktadır. Diğer türlü, Misâk-ı Millî’nin “Kurtuluş Savaşı’nın programı” veya manifestosu olduğu yolundaki değerlendirmeleri anlamamız güç olurdu. Erzurum ve Sivas kongrelerinin Misâk-ı Millî’ye ve dolayısıyla Kurtuluş’a giden yolda atılan adımlar olduğu konusuna ve daha da önemlisi Misâk-ı Millî’nin, Mustafa Kemal’in beğenebileceği türden bir belge olup olmadığı meselesine gelecek yazıda eğilelim.

YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
1 Yorum