I. Murad: İnşallah Ana Türk erliğin gösterem

“Etnik bilinç” diye bir olguyu yazılı kayıtların tutulmaya başlandığı zamandan
beri görmekteyiz fakat bunu, ulus kavramı ile aynı göremeyiz.

Laboratuvar koşullarında tekrarlanabilir deneyler yapamayan, dolayısıyla da kesin öngörme niteliğine sahip olmayan tüm sosyal bilim disiplinlerinde olduğu gibi tarihte de anlamak için varsayımlar geliştirmek, tartışmak ve tabii ki yorumun vazgeçilmez bir yeri var. Eh, bu tartışmaların da bir modası var. Söylemler oluşuyor, zaman içinde o söylemler ve tartışmalarda kullanılan terimler değişiyor sonuçta ciddî paradigma çeşitlenmeleri görüyoruz. Bugün, hemen her gün rastlayabileceğimiz ve dolayısıyla kanıksayarak veri aldığımız türden “milletin inşası”, “ulus-devlet inşa etme süreci” ve bağlantılı olarak “ulusal kimlik inşası” gibi nitelemeler, eğer dönemlerinde kullanılmış olsaydı en başta o inşa faaliyetlerinin aktörlerini şaşırtırdı gibime geliyor.

Daha önce değindim, tarihin kendisinin külliyen bir inşa olduğunu katiyen düşünmüyorum ama ben de “millet”in, modern zamanlara özgü bir inşa faaliyeti sonucu ortaya çıktığını ve geçmişteki her sosyal-siyasî örgütlenme biçiminin “millet” olarak görülemeyeceğini düşünüyorum. Kimlik konusu biraz daha karışık çünkü tarihsel koşullara bağlı olarak, modernite öncesinden gelen bir etnonim, milletin de adı olabilir ki bu yazıda ele almak istediğim konu da bu.

Konuya geçmeden kısaca not edeyim; tabii ki milletin ve onun oluşturucu ideolojisi milliyetçiliğin bir coğrafyada, modern zamanların tam olarak hangi diliminde ortaya çıktığını tesbit etmek de önemlidir ve tarihçinin görevleri arasındadır. Ben meselâ, Türk (Osmanlı değil) milliyetçiliğinin ana gövdesinin ve en temel fikirlerinin henüz Osmanlı döneminde, hem de genelde düşünülenden çok önceleri şekillenmeye başladığı ve Cumhuriyet’e çok olgunlaşmış bir şekilde devredildiği kanısındayım. Böyle olmasaydı Cumhuriyet’in kurucuları nasıl Türk milliyetçisi olabilirdi ki?

Kadimî” ve “inşacı” ekollerin milletin ve milliyetçiliğin tarihine nasıl yaklaştıklarına değinmiştim. Kadimî ekol tarihin her döneminde bir Türk Milleti’nin varlığından şüphe duymazken “inşacı” düşünce bunun çok yeni bir icat olduğunu savunur. Her iki yaklaşımın da belgede görmediğini görme veya tam aksine gördüğünü görmezden gelme yahut anlamlandıramama gibi tezahürleri olabiliyor ki bunlardan bir kısmı enikonu tahrifat seviyesindedir. “Sadeleştirmelerde” çok sık rastlıyoruz; orijinal metnin her “Osmanlı” veya “Ehl-i İslâm” dediği sistematik olarak “Türk” kelimesi ile karşılanıyor. Bir kezinde çok gülmüştüm, kendi kadimî önyargısıyla metne bakan “mütercim” bütün “Müslim ve Müslüman”ları Türk yapmış ama metinde gerçekten de “Türk” kelimesi geçtiğinde, aslında hiç beklemediği için “terk” diye okumuştu!

Bazı inşacı-modernistlerin de, sanki eski bir metinde salt “Türk” kelimesinin geçmesi sözkonusu dönemde bir Türk Milleti’nin varlığını da otomatik olarak gerektirirmişçesine bir endişe ile karmaşık açıklamalara giriştiklerine ara ara tanık oluyoruz. Bir eski metinde, “Türk” kelimesini gördüğümüzde bunu muhakkak “köylü” veya “Türkçe konuşan” şeklinde okumamız gerektiği yolundaki öneriler veya Osmanlıların kendileri için sadece “Müslüman” veya “gazi” nitelemelerini kullandıkları, “Türk” atfı yapanların ise hep gayrımüslimler olduğu şeklindeki zorlama açıklamalar bu türdendir.

Bir kronikte, yazar tarafından seslendirilen gayrimüslimlerin kendi otantik sesleriyle konuştuklarını varsaymak için nasıl bir sebebimiz olduğu veya elimizde, hangi seslerin otantik, hangilerinin yakıştırma olduğunu ayırt etmek için ne gibi kıstaslar bulunduğu sorularını bir kenara koyalım, ama gerçekten de Osmanlılar kendilerine hiç Türk demezler miydi? Çok sık vurgulandığı üzere böyle bir bilinçleri 19. Yüzyıla kadar yok muydu? Yahut tam aksine, eğer vaziyet böyle değilse, ne demeliyiz? O zaman da bu tür ifadeler Osmanlılarda bir Türk Milleti bilinci olduğunu mu kanıtlar?

Tabii ki bu tür soruların cevaplarını almak için tarihî metinlere gitmek durumundayız. Bugünkü tartışmanın konusu itibarıyla,
20. Yüzyıl başına, Türk milliyetçiliğinin iyice kök saldığını bildiğimiz bir döneme ait olan metinlere, hatta 19. Yüzyılın ortalarında “Türk Milleti” gibi kategorik netlikte bir formül geliştiren bazı Tanzimat dönemi Osmanlı yazarlarının metinlerine değil, çok daha öncesine gitmemiz gerekiyor.

15. Yüzyılın en çok bilinen kronikçilerinden Aşıkpaşazâde Ahmed Aşıkî, çok daha erken bir dönemi, Osmanlıların, Gelibolu’dan Trakya’ya ilk geçtikleri zamanları anlatırken, Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa’nın adil yönetimini gören halk için “Ve çok köyler bu Türk kavmını gördüler. Müslüman oldular” diyor. Atından düşerek ölen şanssız şehzade için yazdığı manzum övgüde de Türk atfı vardır:

“Süleyman geldi dünyaya Süleyman

Ki kâfir devletine vermez aman

Bıraktı velvele kâfir eline

Ki Türk’ün oldu bu devr ü zaman”

Doğrudan Osmanlı hanedanından bir şehzadeye ilişkin kullandığına göre Aşıkpaşazâde’nin “Türk” derken herhangi bir küçümseme içinde olduğunu söyleyemeyiz değil mi?

Hemen aynı sayfada, bu kez herhangi bir övme bağlamında değil gayet bitaraf bir şekilde “Konur Hisarı’nın tekfuruna Kalakonya derler idi. Haylı bahadır kâfir idi. Türk kim Rumeli’ne geçti, ol kâfir hiç at arkasından inmedi” demekte. Osmanlıların Gelibolu geçişini anlattığı bir pasajda kastettiği “Türk” de onlardan başkası olmaz herhalde diye düşünüyorum. Uzatmayayım ve Aşıkpaşazâde’nin Osmanlılara sürekli olarak “Türk” dediğini, aslında, eserindeki “Türk” atıflarının “Osmanlı” atıflarıyla kıyas edilemeyecek kadar çok olduğunu söylemekle yetineyim.

Peki, en dar anlamıyla Osmanlı’nın, yani Osmanlı hanedanından birilerinin, yönettikleri ahalinin bir bölüğüne değil de kendilerine Türk demişliği var mıdır? 1389’daki I. Kosova Savaşı’ndan bir asırdan fazla bir zaman sonra meşhur Cihan-Nümâ’sını yazan Mehmed Neşri Efendi’ye göre var ve bu kişi savaşı kazanan I. Murad’dan başkası değil. İslâm öncesi Türk tarihi hakkında efsanelerle karışık da olsa değerli bilgiler veren ve eserin başlangıç cümlesi, “Etrak ki vardır, esnaf-ı kesiredir” (Türklerin çok değişik grupları vardır) olan Neşrî de, aynen Aşıkpaşazâde gibi Türk kelimesini Osmanlılar için hiç çekincesiz kullanmaktadır.

Kosova Savaşı’nın öncesindedir. Sırp Kralı’nın meydan okuması üzerine yanına iki oğlu Yakup ve Bayezid Çelebileri de alan I. Murad sefer yollarındadır. Biraz oyalanınca Sırp Kralı bir elçi göndererek alaylı bir mesaj iletir: “Üşde ben hazıram. Üç aydan berü. Eğer ki kanlı dahi olsa, gelmelü olaydı. Eğer er ise gelsün uğraşalım.” [Sırp Kralı’nın Eski Anadolu Türkçesi’ndeki tavır ve ustalığına dikkat, H.E.] Pür-gazab bir Sultan Murad şunları der:

“Eğer elçiye ölüm olsaydı, fil’hal seni depelerdim. Ol melun bunun gibi lâf ü güzâf ursa, acebmi ki İslâm kılıcın görmemişdür. Kimse tabancasını yemeyen, kendü tabancasın demürden sanur. Ve kedi karanu evde kendüyi arslan tevehhüm eder. İnşallah ana Türk erliğin gösterem.”

15. Yüzyıl Türkçesi diye anlamazlık etmiyorsunuz değil mi? Bir tek “tabanca”, sandığınız şey olmayabilir… Elin içi, ayası ve elin içiyle vurulan darbe demek. Elde tutulan küçük ateşli silahla henüz ilgisi yok yani… Hünkâr, Türk erliğini göstermek için Kosova’yı beklemiyor. Hemen mükemmel silahlı, zırhlı askerlerine at bindirerek elçiye gösteriyor. Onun ise ağzı pek lâf yapıyormuş ki kendi askerlerini övmüş ve “Her bir erimiz bin Türk’e tıpdur” [denktir] demiş ama canını zor kurtarmış… Hikâye uzun…

“Erkek ise gelsin savaşalım” diyene “Ona Türk erliğini gösteririm inşallah” denirse ne denilmiş olunur? Murad, “Bir görün bakalım benim askerlerim ne âlâ köylülerdir” mi demiş oluyor şimdi? Hani, “Türk”, bağlamından bağımsız olarak her daim “köylü” anlamına geliyorsa? Bu epik sözlerin gerçekten de Murad tarafından söylenip söylenmediğini bilmiyoruz tabii… Nihayetinde hadiseden çok sonra bir müverrih aktarıyor. Önemli olan, o sırada hüküm sürmekte olan padişahın, II. Bayezid’in atasının bu sözleri söylemesinde Neşri’nin bir beis görmemiş olması. “Türk erliği” olumlu çağrışımlar yapıyor ki hiç çekincesiz kullanmış.

Başka bir 15. Yüzyıl kaynağı olan ve Cem Sultan’ın Avrupa maceralarını anlatan Vakıat-ı Sultan Cem’in ise, Cem’in yakın adamlarından biri tarafından yazılmış çağdaş bir eser olması hasebiyle daha sağlam bir nakil yaptığını kabul edebiliriz. Orada da Fransız soylularından biri Cem Sultan’a niçin Paris’i ziyaret etmediğini sorunca “Biz anda nice varalım idi ki Riga Fransa [Fransa Kralı] şehrine Türk ayağın basduğın istemezmiş ben hod bir mahbus kişiyin benüm elimden ne gelür?” cevabını almış. Meğerse Rodos Şovalyeleri böyle kandırmış Cem’i. Aynı eser yazarının, efendisi Cem için “Türk Beği’nin oğlu” nitelemesini kullandığını da belirtelim.

Günümüzde tekrarlanıp duran birtakım klişelerin tarihî kayıtlarla çakıştırılmaya tahammülü olmadığını vurgulamak için bu kadarı iktifa eder sanırım. Osmanlıların “Türk” kelimesiyle iddia edildiği gibi bir sorunları olmadığı aşikâr ama bu durum ne anlama geliyor? Buradan yola çıkarak “İşte Osmanlılarda Türk milleti bilinci” diyebilir miyiz? Uzun konu ama kısa cevap, “hayır”. Yazılı kayıtların tutulmaya başlandığı zamandan beri “etnik bilinç” diye bir olgu hep vardı. Bunu, üstelik henüz icat edilmediği çağlarda, ulus kavramının yerine koyamayız. İkisini aynı göremeyiz. Öte yandan Anthony D. Smith’in zamanında yaptığı gibi ulusların etnik orijinlerini tartışmak ise her zaman için mümkündür.

YORUMLAR (5)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
5 Yorum