Cevdet Paşa’nın iki Müslüman milleti

Osmanlı’da “millet” denince aynı dine mensup insanlar topluluğu
anlaşılır; değişik dil ve kültüre sahip olan Müslüman toplulukların
hepsine birden “İslâm Milleti” adı verilirdi.

Ahmed Cevdet Paşa, tarihçiydi, hukukçuydu, devlet ve siyaset adamıydı. İkinci kuşak tanzimatçıları, Âli ve Fuad paşaları pek beğenmezdi. Islahatçılıktaki piri Mustafa Reşid Paşa’ydı ama her şekilde Tanzimat ıslahatçılığının II. Abdülhamid saltanatındaki müşehhas devamıydı. Paşalığı tabii ki sivildi. Ulema kökenliydi. Kalemiyyeye sonradan geçmişti. “Millet” kelimesinin din ve dinî cemaat manasına geldiğini ondan daha iyi kaç kişi bilebilirdi Osmanlı İmparatorluğu’nda?

İşte bu Cevdet Paşa, görebildiğim kadarıyla “Türk Milleti” sözünü ilk kullanan kişidir. Tarih çalışmalarında her zaman için bir bilinemezlik unsuru vardır ve kesinlik ifade eden nitelemeler sorunludur; biliyorum. Ola ki ondan önce başka birisi bu semantik (ve politik) sıçramayı yapmış olsun veya döneminde aynı kavramı kullanan başkaları da bulunmuş olsun! Bu da kaynaklara geçmiş olsun ki görebilelim. Geçmiş değişmez ama onun kendine mahsus kurallara sahip bir aktarımı olan tarih pekâlâ değişir. Yarın yeni bir bilgi parçası ortaya çıkar. “Türk Milleti” (ve daha fazlasının) mucidi olarak sizlere sunduğum Cevdet Paşa da bu konumunu terk eder. Bu ihtirazî kayıtlarla yazıyorum ve “ilk” diyorum. Asıl önemli olan tabii ki Osmanlı zihniyet ve siyasî tarihi açısından radikal bir dönüşüme işaret eden bu kullanımdır.

Cevdet Paşa, ünlü eseri “Tarih-i Cevdet”in birinci edisyonunda, “tertib-i evvel”de, onun da birinci cildinde, yani henüz 1854 yılında, İslâm devletlerinin tarihine genel olarak bakarken bakın ne diyor:

Arab ve Türk milletleri mukteza yı-mevâkileri olmak üzere aralık aralık cûş û hurûşa gelerek ve sel gibi etraf ve eknafa cereyan ederek biddefaat âlemi istila etmiş iki millet-i azime olup Arabın en kuvvetli ve en sonraki hücumu ilâ yı- kelimetullah için satvet-i İslâmiye ile hurucudur…”

Arap ve Türklerin yaşadığı yerlere, çöl ve bozkıra, gönderme yaparak onların dünyayı istilalarını sosyolojik bir bakışla açıklamaya çalıştığını düşündüğüm bu alıntıda vurgulanması gereken nokta tabii ki Arap ve Türklerin ayrı milletler olarak tarif edilmiş olmalarıdır.

Cevdet Paşa’nın bahsettiği istila dönemlerinde Araplar ve Türklerin aynı dinde olmadıklarını, daha doğrusu Türklerin henüz Müslüman olmadıklarını düşündüğü için iki ayrı millet formülünü kullanmış olabileceği, kendi gününü kast etmediği hususu aklımıza gelebilir. “Türk” ve “Arap” her şeyden önce etnik isimler (etnonimler) olduğu, dinî topluluk adı olmadıkları, dahası Cevdet Paşa’nın kendi gününde bile ne Türklerin ne de Arapların tümü aynı dine mensup oldukları için bu düşünceye pek ihtimal vermiyorum. Cevdet Paşa, bütün Arapların Müslüman olmadığını, önemli sayılarda Hırıstiyan Arabın da bulunduğunu herhalde bilirdi. Dolayısıyla burada “millet” derken bir din veya dinî cemaatin kastedilmediği ve “millet” kelimesinin artık modern manasıyla kullanıldığı kanaatindeyim. Öte yandan, “kavim” gibi dinî içeriği olmayan bir kelime yerine “millet”i kullanmış olmasını da düşündürücü buluyorum.

Cevdet Paşa, tabii ki “nation” kavramından haberdardı. Bu yeni kavramı özünde dinî anlamları bulunan bir kelimeyle karşılamayı tercih etmesinin muhakkak bir önemi olmalıdır. Üstelik onun bu tercihi topluma ters gelmemiş, diğer okuryazarların tercihi de bu yönde olmuş, “nation” kavramının Osmanlı toplumundaki karşılığı “millet” olmuştur.

Henüz imparatorluk çağında ve bahusus bu erken dönemde “Türk Milleti” veya “Arap Milleti” ibarelerinin yaygınlık kazandığını ileri sürecek değilim. Bilakis, Cevdet’teki bu kullanımı şaşırtıcı ve epeyce aykırı buluyorum. Osmanlı İmparatorluğu resmen sona ermeden önce ciddi olarak Türk (ve Arap) milliyetçiliği başlamıştı. Haliyle “Türk milleti” sözü de iyiden iyiye yaygınlaşmıştı. İşte bu hikâyenin başlarını pek de iyi bilmiyoruz. Bu aşamada, sadece, Cevdet Paşa’nın, çağdaşları arasında “Türk Milleti” diyen tek kişi olmadığını, başkalarının da bulunduğunu ve hatta bazılarının “milletdaşlık” ve “dindaşlık” gibi, bir kuşak önceki Osmanlıların asla anlayamayacağı türden ayrımlar yapmaya bile başladıklarını belirtmekle yetineyim.

Bağlantılı ve çok önemli bir husus daha var: Siyasî dilin gelişimi esnasında, eski ve bilinen bir kelimenin yeni bir kavramı anlatmak için kullanıldığı durumlarda o eski anlam da yenisinin yanısıra yaşamaya ve aynı kelimeyle ifade edilmeye devam eder. Dolayısıyla bir kelimenin eski mi yeni mi, hangi anlamıyla kullanıldığını bağlamdan giderek anlamaya çalışmak durumunda kalıyoruz.

“Millet” kelimesi belki de bilinen en iyi örnektir. “Türk Milleti” veya “Osmanlı Milleti” gibi nev-icatların kullanılmaya başladığı bir dönemde hâlâ “İslâm milleti” şekli de korunuyordu. Cevdet Paşa’nın kendi kullanımlarında da bu bilinçli karmaşa vardır. Sadece “Türk Milleti” ve “Arap Milleti” demekle kalmayıp, her iki gruba da olumlu değerler atfettiğini gösteren şu sözlerine bakalım:

“Devlet-i Âliyye bidayet-i hâlinde egerçi bir küçük hükûmet şeklinde idi lâkin Türklere mahsus olan sıfât-ı sabite-i memduhe ile şecaat ve diyanet-i Arabiyyeyi cem etmiş bir cemiyet-i cemile olduğundan kendisinde millet-i İslâmiyyeye nokta-i ittihad ve cihet-i vahdet-istinad olmak kabiliyet ve istidadı vardı”.

Osmanlı, başlangıçta küçük olmasına rağmen Türkler’e mahsus olan güzel ve sağlam özelliklerini Arapların kahramanlık ve dindarlığı ile birleştirmiş ve İslâm milleti için dayanak noktası olmuş. Paşa, bunları Osmanlı devletinin ortaya çıkışı bahsinde anlatıyor. Aynı yerden devam edelim ve bir de “Osmanlı Milleti” kullanımı görelim: “Ve çünkü Devlet-i Âliyye düvel-i saire gibi bir cemiyet-i mütemeyyize içinde zahir olup da hazır millet ve memleket bulmuş bir devlet olmayıp” demekte paşa. Osmanlı’nın gelişkin bir toplum içinde doğmadığını söylüyor. Kendisi yeni baştan topraklar fethederek oturacağı yeri edinmiş ve “terkib ve teşkil ettiği Osmanlı Milleti” de dili farklı dillerden, davranış şekilleri ve özellikleri ise değişik milletlerin en güzel göreneklerinden derlenmiş bir güzel ve yeni toplulukmuş. Onun gelişiyle “millet-i İslâmiye” tecdit eylemiş yani yenilenmiş.

Paşanın, Osmanlı Milleti’nin değişik unsurlar karıştırılarak oluşturulmuş bir millet olduğu düşüncesi çok ilginçtir. İşte burada “millet” kelimesi kesinlikle modern anlamda kulanılmıştır. “Millet”in sadece dinî topluluk anlamına geldiği bir dönemde farklı dinlerden insanları aynı milletin üyesi olarak görmek gibi bir tavır olamazdı. Cevdet Paşa tabii ki değişik millet/dinlerden insanların harmanlanarak yeni bir din oluşturulduğunu söylemek istemiyordu. Söylemeye lüzûm bile yok ama “Osmanlı Milleti” nitelemesi, Osmanlı devletinin kurulduğu zamanlara gitmez ve ancak Cevdet Paşa’nın kendi zamanındaki Tanzimat ricalinin bilinçli olarak ortaya çıkardığı bir varlıktır. Osmanlı toplumundaki değişik dinlere mensup insanların aynı milletin eşit vatandaşları olduğunu söyleyen bir anlayışın ürünüdür.

Sadece bir ideal olmakla kalmayıp yasal temel de kazandırılan ve Tanzimat devletinin resmî ideolojisi hâline gelen bu görüşün gerçekte ne kadar başarılı olduğunu tarihçiler hâlâ tartışıyor. Cevdet Paşa’nın kendisi bile tarihinin 1891 yılındaki yeni edisyonunda “Osmanlı Milleti” ibaresini değiştirerek “terkib ve teşkil ettiği Osmanlı cemiyeti” demiştir. Hoş, bu tertib-i cedid’de Osmanlı’nın hazır bulmadıkları da artık “millet ve memleket” değil “mülk ve medeniyettir”. Bu kadarcıktan yola çıkarak “Cevdet Paşa da Osmanlı Milleti görüşünü bir kenara koymuştur” denemez herhalde. Fakat paşa kalemi eline almış ve böylesine önemli değişiklikler yaparken “Arab ve Türk milletleri… İki millet-i azime” ifadelerine hiç dokunmadığına dikkat çekerek bitireyim.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.