Bir yeraltı Tanzimatı mıydı Nizam-ı Cedit?
Tanzimat fermanından önce kendi otoritesini sınırlayan, bunun için de bir grup ile sözleşen ve teminat veren bir padişah görüntüsü, Osmanlı tarih yazımı için yabancıdır.
Nizam-ı Cedit döneminde yayımlanan kanunnameler bir grup ulema ve “erbâb-ı şûrâ” adıyla anılan kişilerden oluşan bir heyet tarafından “oybirliği” usulüyle hazırlanmaktaydı. Gerçekten de bu dönemde çıkarılan kanunlara baktığımızda; “ittifâk-ı ârâ ile bu kânun-ı cedidi vaz‘eyledim” veya “işbu ittifâk- ârâ ile karâr-dâde olan nizâm-ı müstahsen (işbu oybirliğiyle karar verilen güzel düzenlemeler) türü ifadeleri sıkça görmekteyiz.
Tabii ki son kertede kanunları onaylayan ve yayımlayan yürütmenin başı olan padişahtı fakat yasama işinin özel bir kurula bırakılması ve bu kurulun da kanunları “oybirliği” ile kararlaştırdıklarının açıkça söylenmesi, hem padişahın keyfî bir şekilde yönetmediğinin vurgulanması hem de imparatorlukta daha kapsamlı bir güçler ayrımına gidildiğinin gösterilmesi bakımlarından önemlidir.
Bazı kanunnamelerde adeta kanunların hangi yöntemle hazırlandığı veya karar verme süreci de anlatılmaktadır. Meselâ, 1793 tarihli İrâd-ı Cedit Hazinesi Kanununda barış zamanında sefer için hazine biriktirmenin ne denli önemli olduğu vurgulanmakta ve “gerek şimdiye değin ittifâk-ı ârâ ile tanzimine ibtidâr olunan (başlanan) ve gerek bundan böyle bi’l-müzâkere cümlenin ittifâk ve istisvabıyla (onaylamasıyla) tedarikine himmet olunacak zevâ’id-i menâfi‘ (ziyade menfaatler)” den söz edilmektedir. Demek ki kararların oybirliği ile alındığı bir yasama mekanizmasından söz edilebileceği gibi bunun yöntemi de katılımcıların hepsinin tartışarak bir sonuca ulaşmaları ve onay vermelerinden geçiyordu. (Bkz. Yunus Koç ve Fatih Yeşil, Nizâm-ı Cedîd Kanunları, 1791- 1800)
Kanunnamelerden öğrenilebilecekler ise hâliyle sınırlıdır çünkü bu tür belgelerin gayrişahsî bir dili ve yapısı vardır. Dolayısıyla daha fazlası için başka tür belgelere, arşiv vesikalarına ve bir anlatı içeren vekâyinâmelere (ve diğerlerine) başvurmak gerekir. İşin aslına bakılacak olursa, modern tarihçilik, merhum Enver Ziya Karal’ın Selim III’ün Hatt-ı Hümayunları. Nizam-ı Cedit çalışmasında dikkat çekmesiyle, III. Selim’in ıslahatını bir grupla birlikte yaptığından ta 1946 yılından beri haberdardır. Karal’ın “ıslahat ekibi” adını verdiği bu gruba, başka tarihçilerin “gayrı resmî ıslahat partisi” veya “Selim’in mutfak kabinesi” dediği de vakidir.
III. Selim döneminde devletin Yeniçeri ve Nizam-ı Cedit olmak üzere, bir değil iki merkezî ordusunun bulunması ve Anadolu ile Rumeli defterdarlıklarının yanı sıra İrâd-ı Cedit defterdarlığının kurulmasıyla beraber hazine bütünlüğünün bozulması, yani iki maliyenin mevcudiyeti gibi tezahürlerle kendini gösteren çatallanmanın bir de idarî boyutu olduğu söylenebilir. Ben de naçizane, bunlara bakarak bir yerlerde, III. Selim için “iki devletli sultan” nitelemesini kullanmıştım. Zira dönemin özellikle Avrupa kaynaklarından başlayarak, padişahın, sadrazam ve divan-ı hümayundan başka bir de bir “iç kabinesi” olduğu veya bir camarilla’nın devleti yönettiği konusunda pek çok kayıt mevcuttur. Belki, belki de gerçekten öyleydi, şimdilik müsaadenizle o tartışmaya girmeyeyim.
Öte yandan, III. Selim döneminde kanunları ve yönetmelikleri hazırlamakla görevli bir “yasayıcılar” grubunun mevcudiyeti ve bu grupla, padişah arasındaki ilişkilerin şekli bu “iç kabine” rivayetlerinin hiç değilse bir kısmını açıklayabilir. Şimdi, Karal’a, III. Selim’in kendileriyle yeminleşerek sözleşme yaptığı bir ıslahat ekibinin varlığını ve Nizam-ı Cedit’in “bir ıslahat partisinin programı” olduğunu düşündüren kaynağa yakından bakalım.
Daha ziyade Topkapı’daki Yayla veya Aydın Kethüda camiinin imamı olan yazarından dolayı Yayla İmamı Risâlesi olarak tanınan bu kaynağın diğer adı Tarih-i Vekayi-i Selimiyye’dir. Yazarının adı ve yazılış yılı bilinmemektedir. Fakat hikâye ettiği olayların 1810 Haziranına kadar geldiğine bakılırsa o sıralarda yazılmış olması mümkündür. Bugün maalesef tek nüshadır. Yazarının yeniçeriler için kullandığı “sersem bir taife” ifadesinden onlar için de pek olumlu düşünmediği söylenebilirse de Nizam-ı Cedit aleyhtarlığı çok daha ağır basmaktadır. Tamamı Fahri Ç. Derin tarafından Tarih Enstitüsü Dergisi’nin Ekim 1972 sayısında yayımlanmıştır. Karal’ın alıntısındaki okuma eksikliklerinin hemen tümünü tashih eden bu yayında da bütün risaledeki en kritik kelime diyebileceğim bir kelime tam okunamadan, kuşkulu bir hâlde kalmıştır. Beyazıt Kütüphanesindeki asıl nüshayla karşılaştırmama rağmen o kelimeyi ben de okuyamadım. “Tek bir kelimeden ne olacak?” diyebilirsiniz belki, ama o kelimenin Nizam-ı Cedit’i hazırlayan kurul veya grubun adı olarak geçtiğini söylemeliyim.
Yazar, anlattığı olayların tanığı olduğunu ve bazı dostları ile mütalâa ettikten sonra risalesini kaleme aldığını söylüyor. Amacı, Nizam-ı Cedit’in ortaya çıkışını, “asker-i şâhane” adıyla ordu düzenlenmesini, yeniçerilerin olaylarını, “hükûmet ordusu” nun Rumeli’ne çıkışını ve aynı yıl (başarısızlıkla) geri dönüşünü ve Alemdar Mustafa Paşa vakasını anlatmakmış.
Yayla İmamı’na göre, bir grup devlet adamı ve ulema, aralarında gizlice konuşarak hazırladıkları Nizam-ı Cedit’i III. Selim’e söylediklerinde “meşreb-i hümâyûnlarına gayet muvafık” geldiği için herkese açıklanmasını istemiş. Bu grubun başı olan ulemadan İbrahim İsmet Beyefendi, bunun üzerine Selim’i uyarmak gereği duymuş. Hazırlanan nizamın güzel olduğunu ve kolayca ortaya çıkarılabileceğini ve “ilâ âhırü’d-devrân düstûrü’l- amel” olacağına hiç şüpheleri olmadığını söylemiş. Fakat öyle zamanlar olabilirmiş ki devlet-i âliye darmadağın, padişahın tacı tahtı perişan olma noktasına varırmış. O zaman “ziyade cesaret” gerekirmiş, padişahın asla korkmaması ve “verilen nizam-ı cedidin aksine dair amel etmemesi” şartmış. Nizam-ı Cedit aleyhine birisi bir şey yazarsa ona iltifat etmemeli ve kanunlarını bozacak emirler vermemeliymiş.
Yayla İmamı’nın İbrahim İsmet Beyefendi’ye atfettiği sözlerin hepsi gelecekte Nizam-ı Cedit’i bekleyen zor günlerle ilgili değil, bazıları da grubun çalışma şekli, iç işleyişi ve doğrudan padişahla olan ilişkileri üzerinedir:
“[H]er bir madde taht-ı rabıtaya vâz’ olundukta lâyıhaya dâhil olan bu on nefer kullarınız beynimizde (aramızda) meşveret edip hülâsasını Şevketlü Efendimiz’e takrir ve tahrir eylediğimizde (söyleyip yazdığımızda) asla muhalefet buyurmayıp mucibince hatt-ı hümâyûn keşide kılıp…”
Yani, Nizam-ı Cedit’in her bir kanunu düzenlendikçe on kişilik kurul aralarında görüşüp, sonucu padişaha iletecekmiş. Padişah da asla karşı çıkmayıp onay vermeliymiş.
Dahası da var, padişah, “Bakayım vekil-i mutlakıma ifade edeyim” dememeli, sadrazama bile “sır” vermemeliymiş. Böylece grubun söylediklerinin gerçekleşmesine izin verilmesi “şirâze-i nizâm ve dibâçe-i intizâm” dan, yani işin esası imiş. Buna karşılık onlar da, kendi çocuklarını bile “mahrem-i esrâr” etmeyecek, konuştukları maddeleri gizli tutacaklarmış. Eğer “bu lâime (?) lâfzıyla isim verilen on neferden” biri vefat ederse, hepsinin “re’y-i ittifakıyla” devlet adamları ve ulema arasından seçkin, akıllı ve uygun birini seçeceklermiş. Eğer padişah da bu şekilde taahhüt ederse, yapılacak kanunlar düstûrü’l- amel olurmuş.
III. Selim de bu söylenenleri beğenmiş ve “Sizler Devlet-i âliyemde her birleriniz müntahab ve mücerreb (seçkin ve denenmiş) kullarım olmağla her ne ki re’yi görürseniz makbul-ı hümâyûnum olup” diyerek söz vermiş (ahd buyurur). Gruptakilerin kendisine sözlü ve yazılı erişimine izin verdiğini söyleyerek onlardan da gayretli ve dikkatli olmalarını istemiş. Bu şekilde bir taahhütte bulunarak “ahd ü aman” etmiş.
Hikâye böyle ama bunu nasıl anlamalı ve yorumlamalıyız? Osmanlı İmparatorluğu’nda, Venedik Cumhuru’ndaki meşhur Onlar Konseyi gibi bir yapılanma mı varmış? Karal, bu kurulun Selim tarafından kurulduğunu söylüyor ama Yayla İmamı’nın anlattıklarından bu sonuca ulaşamayız. Selim, bu kurulu pekâlâ daha önceki padişahlardan tevarüs etmiş de olabilir. Üyelerinin kayd-ı hayat şartıyla görev yaptıklarını ve dahası, yeni üyelerin eski üyeler tarafından seçildiklerini göz önünde tutarsak kurulun otonom bir yapı olduğu ortaya çıkar. Bir kısmı rical, bir kısmı da ulemadan oluşan bir kurul… Meşveret ederek, yani müzakere ve danışma yöntemiyle çalışıyor, oybirliği ile karar alıyor.
Gizli bir kurul olup olmadığını söylemek zor. Sadece, çalışma yöntemlerinin gizlilik içerdiği açık. Onlar, kurulda geçenleri kendi evlatlarına bile söyleyemeyeceklermiş. Buna karşılık da padişah, kurulun meşvereti sonucu kendisine gelen kararı, sadrazama bile bildirmeyecekmiş. Dolayısıyla, “Mutfak kabinesi” veya “İç kabine” söylentileri bu bağlamda hiç şaşırtıcı değil. Buradaki bağlam, Nizam-ı Cedit’i oluşturacak kanunların ve yönetmeliklerin tek tek yapılarak onay için padişaha iletilmesi. Buna bakarak, kurulun yasayıcılardan oluştuğunu söylemek mümkündür. Bundan başka bir işlevleri de var mıydı, meselâ, kendi yaptıkları ve sultana onaylatarak düstûrü’l- amel ettikleri yani yürürlüğe koydukları düzenlemelerin uygulanmasıyla da bir alakaları var mıydı?
Çok önemli bir husus ise bu grubun, padişah ile olan ilişkileri. Kendilerinden çıkan bir kanun veya düzenlemeye padişahın hiç karşı çıkmadan onay vermesini şart koşuyorlar. Padişah da bunu kabul ediyor ve onlara “ahd ü aman” veriyor. Neyi kararlaştırırlarsa “makbul-ı hümâyûnu” olacağını söylüyor. Buradaki “ahd” gruba verilen söz ise “aman” da işlerini yaparken kendilerine dokunulmazlık verildiğini gösteriyor. Tanzimat fermanından önce kendi otoritesini sınırlayan, bunun için de bir grup ile sözleşen ve teminat veren bir padişah görüntüsü, Osmanlı tarih yazımı için yabancıdır.
Karal’ın her iki seferinde de “lâyıha” diye okuduğu, Derin’in ise bir seferinde “lâyıha” diye okuduğu diğerinde “lâime?” diye okuyarak kuşku belirttiği kelimeye gelirsek; “lâime”, çekiştirme veya serzeniş anlamları olan bir kelime. Böyle bir gruba ad olması güç görünüyor. Üstelik Osmanlıcasından onu bile okuyamıyorum fakat bir seferinde kuşku beliriyorsa, diğerinde de öyle olmalıdır. Başka kaynaklardan yola çıkarak, bu kelimenin günlük hayatta hep kullandığımız, Batı kaynaklı bir kelime olması ihtimalinin yüksek olduğunu söyleyip bitireyim.