Bir merkeziyetçilik anayasası olarak Sened-i İttifak
Merkezin önceliklerini gözeten bu esas belgeyi imzalayanlar arasında Anadolu’nun en büyük âyan hanedanları olan Karaosmanoğulları ve Çapanoğulları da vardı.
Osmanlı merkez tarihçilerinin taşra güçlerine karşı besledikleri önyargılar ve onlara ilişkin kullandıkları dilin etkisinden kurtulduğumuz takdirde Sened-i İttifak’ın aslında bir merkeziyetçilik anayasası olarak tasarlandığını, âyanları yeni ve merkeziyetçi bir sisteme entegre etmeyi hedeflediğini görebileceğimiz kanısındayım. Padişah sözleşmelerine taşra güçlerinin ilk kez katılmasının Osmanlı müesses nizamı açısından, hele ki olaydan çok sonra yazan tarihçilerin dilinde, şok edici bir etkisi olabilir ama bizim bu tepkileri aynen benimsemek ve eleştirel bakmamak gibi bir tutum takınmamız sanırım bir zorunluluk değildir.
Çok formalist bir bakışla bakıp bu sözleşmenin âyanların gücünün zirvesi olduğunu savunsak bile; A-Sözleşme ortada, bir içerik analizi bize ne söyler acaba? B- Sened-i İttifak’tan sonra Osmanlı ülkelerinde merkezileşme mi, âdem-i merkeziyet mi öne çıkmıştır? Kaldı ki “zirve” dediğimizde en yüksek noktayı kast etmiyor muyuz? Sonrası iniş değil midir? Her hâlükârda, 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda baskın eğilim âdem-i merkeziyet olarak tezahür etmiş olsaydı Sened-i İttifak’a da kimse zirve muamelesi yapmaz, olsa olsa bir başlangıç olduğu söylenirdi.
Bazı tarihçiler gibi ben de Sened-i İttifak’ın, dünyayı kuşatan devrimler çağının bir ürünü olduğunu düşünüyorum. Fakat bu devrimler çağında, taşradan gelmiş çok güçlü bir ordunun başındaki âyan kökenli sadrazam Alemdar Mustafa Paşa’nın saltanatı ilga etmek yerine güçlendirerek devamını sağlamaya çalışmasının, dahası bu ilkeyi yazılı bir esas belge hâline getirmesinin son derecede anlamlı olduğunu düşünüyorum. Başka bir deyişle, Osmanlı toplumsal uzlaşmasının güçleri, devrimler çağında padişahlığı ibka etmeye karar vermişti. İşte Sened-i İttifak’ın birinci maddesi bu oluyordu.
İkinci madde ise Osmanlı reformlarının olmazsa olması, hem amacı hem de aracı olan askerlik hakkındadır. Senedin uzlaşmacılarına göre, Devlet-i Âliye’nin bekası ve gücünün artması herkesin varoluş sebebi olduğundan, Osmanlı topraklarından toplanacak olan asker, müzakerelerde kararlaştırıldığı gibi “devlet askeri” olarak toplanacak ve daimî olacaktı. Oybirliği (ittifak-ı ârâ) ile alınan bu kararı “zararlıdır” diyerek değiştirmeye cesaret eden olursa ve ocaklardan itiraz ve muhalefet gelirse bütün taraflar birleşerek bunu önleyecekti. Devletin nereden olursa olsun düşmanı çıktığında hemen karşılamak “esâs-ı nizâmdan” olduğu için bu usule hiçbir zaman karşı çıkılmayacaktı.
Burada, Sened-i İttifak’tan bir hafta sonra, 14 Ekim 1808’de Sekban-ı Cedit adıyla canlandırılan düzenli ordu için bir anlaşma söz konusudur. Bütün kıyamet, zaten düzenli bir ordu oluşturulması meselesinden kopmuyor muydu? Merkez tabii ki bu maddeden çok memnun olurdu. Burada dikkat çekecek bir nokta varsa o da Karaosmanoğlu ve Çapanoğlu’nun düzenli orduya itiraz etmeyerek bir anlamda kendi işlevlerini battal kılmayı ve bunun neticesinde siyaseten güç kaybetmeyi neden kabul ettikleridir. Üçüncü madde de bağlantılıydı; askeri çoğaltmak için vergilere ihtiyaç olması ve bu vergilerin toplanmasında âyanın taahhütte bulunması ve yardımcı olacağını söylemeDördüncü madde yönetimde birlik ilkesiyle ilgilidir ve yönetimin hiyerarşisini korumayı amaçlamaktadır. Padişahın bütün emirleri Sadrazam kanalıyla verilecektir. Böylece herkes “büyüğünü bilip” vazifesinden dışarı çıkmayacaktır. Şu kadarı var ki, eğer sadrazamlık makamından “hilâf-ı kanun” ve taahhütleri bozacak bir emir çıkarsa, rüşvet, irtikap veya devlete zararlı bir davranış gerçekleşirse bu kez bütün taraflar bunu engelleyeceklerdir.
Sened-i İttifak üzerine genelde derinlikli analizleri olan Ali Yaycıoğlu, “Sadrazamın vekil-i mutlak olduğu vurgulanıp devlet emirlerinin ondan çıkacağı söylendikten sonra, paradoksal cümlelerle otoritesi kısıtlanır” şeklinde bir değerlendirmede bulunuyor ama bu kanaatte değilim. Burada, aslında sadrazam ve onun üzerinden padişaha, onların da üstünde kanunun olduğu hatırlatılmaktadır. Dolayısıyla Osmanlıların anladığı şekliyle hukukun hâkimiyeti ilkesine bir gönderme yapılması söz konudur. Merkez seçkinleri ve padişah muhakkak ki böyle bir ihtarın taşradan gelmesine sıcak bakmazdı. Fakat “hilâf-ı kanun” hareketleri, hele rüşvet, irtikap gibi düzensizlikleri onaylayacak hâlleri olmadığı için de bu maddeye itiraz edemezlerdi.
Beşinci madde, padişahın şahsının, saltanatın ve devlet düzeninin korunması için herkes nasıl taahhütte bulunduysa, “memalik hanedanlarının” ve onların altındaki küçük âyanların da devletten emin olmaları ve İstanbul’da bulunan devlet adamlarının da birbirine karşı güven duymaları için karşılıklı kefaletler konulmasıyla ilgilidir. Eğer, hanedanlardan birine, devlet ve taşralardaki vezirlerce veya birbirlerinden, haksız yere (hilâf-ı şart-ı ittihâd bir hareketi zuhûr etmedikçe) bir saldırı olursa bu, uzak yakın denilmeyerek herkesin davacı olması ve bu işe kalkışanın ortak olarak cezalandırılmasıyla önlenecekti.
Hanedanlar ise idareleri altındaki âyan ve eşrafa kefil olacak, onların haklarına saygı duyacaktır. Ancak bu küçük âyanların senede aykırı suç ve hıyanetleri olursa, gereği gibi soruşturulduktan ve sadrazamdan izin alındıktan sonra yerlerine yenileri seçilebilecektir. Aynı şekilde, merkezdeki devlet adamları, ulema ve seçkinlere de herhangi bir yerden “ihanet ve suikast” gelmemesi için garantiler verilmektedir. Cezalandırılmayı gerektiren bir durum yoksa kimseye dokunulmamalıdır. Metin, bir kişinin suçu olursa o suçun herkes indinde aşikâr olmasından sonra cezalandırmanın suçun derecesine göre sadrazamlık makamı tarafından yapılması gerektiğini söylüyor.
Bu madde, taşradaki hanedanların konumlarını sağlamlaştırmak ve bir anlamda onları padişah ve merkezî devletle eşitlemek açısından çok önemlidir. Burada ayrıca, Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nda karşımıza çıkacak olan suçsuz ceza olmaması ilkesinin de bir öncülünü görüyoruz. Her ne kadar, suçlunun adil bir şekilde yargılanmasına değil de sadece suçun “herkes” tarafından görülmesine göndermede bulunulsa da, âyan veya değil, devletle işi olan herkese bazı temel garantilerin sağlanmaya çalışıldığını söyleyebiliriz. Ne var ki, âyanı en fazla öne çıkaran bu maddede bile merkezî devletin büyük bir üstünlüğü vardır. Bu da kimin Sened’e aykırı davrandığına ve suçlu ilân edileceğine ancak merkezî devletin karar verebilmesiyle ilgiliydi.
Altıncı madde çok nettir. Burada, İstanbul’da ocaklardan veya bir başka taraftan “fitne” çıkarılırsa, hanedanların izin almaksızın gelerek cesaret edenlerin cezalandırılmasına ve “ol ocağın kaldırılmasına” müteahhit oldukları belirtiliyor. Örnek olarak da III. Selim’in tahttan indirilmesiyle sonuçlanan isyanı başlatan Boğaz Kalelerindeki yamak teşkilatının kaldırılması veriliyor. Burada yeniçerilerin açıkça uyarıldığı hatta tehdit edildiği görülüyor.
Yedinci maddede dolaylı da olsa halka gönderme yapılıyor ve reayanın korunmasının esas olduğuna dikkat çekiliyor. Âyan, yönetimleri altında bulunan yerlerin asayişine ve halkın aşırı vergilerle ezilmemesine dikkat edecek ve “vükela” ile taşra hanedanları arasında zulmün giderilmesi ve vergilerin değiştirilmesi konularında yapılacak müzakerelerde nasıl karar verilirse onu da uygulayacaktır. Hanedanlar birbirlerinin denetleyicisi olacak ve padişahın iradesine ve şeriata aykırı bir şekilde zulüm ve haksızlık yapan olursa merkezî devlete haber verecek ve hep birlikte önlemeye çalışacaklardır.
Burada da, devletin vergi toplama gibi temel bir konuda âyanlara yetki devretmesine ve toplanacak verginin miktarına onlarla müzakere ederek karar vermesine bakılarak merkezî devletin çok zayıfladığı gibi bir yorum elbette yapılabilir. Fakat unutulmaması gereken bir husus vardır: Vergi ve asker toplanması gibi konulara modern devletin bakış açısından yaklaşılmamalıdır. Bu dönemdeki Osmanlı dâhil modern öncesi devletlerde, modern devletin tekeline aldığı bu iki konuda çok farklı uygulamalar görülmekteydi. Dolayısıyla, askerin ve verginin birtakım aracılar tarafından toplanması modern öncesi dönemde bir devletin güçsüzlüğüne işaret etmeyebilir. Kaldı ki, Osmanlı taşrasında çok uzun bir süreden beri âyanlar bu iki işlevi yerine getirmekteydi. Bu haklar Sened-i İttifak’la onlara verilmiş değildir. Tam aksine, merkezî devletteki bir hizbin hazırladığı senedi, sonu merkeziyetçiliğe çıkan bir düzenleme girişimi olarak okumak daha doğru olur.
Katılımcılar, “sened-i mutebere” dedikleri bu yedi maddeli sözleşmenin devletin sağlamlaşması ve ihyası için “esas” olduğunu belirterek sürekli uygulamada kalmasını ve bir değişikliğe uğramamasını sağlamaya çalışmışlardır ki bu husus Sened-i İttifak’ın anayasal yönüne gereği gibi ışık tutmaktadır. Bunun için getirilen mekanizma ise ilginçtir ve bilebildiğim kadarıyla Osmanlıda başka bir örneği yoktur. Buna göre, gelecekte sadrazam ve şeyhülislâm olacak kişiler göreve başladıklarında asıl senedi imzalayıp mühürleyecek ve aynen kabul edeceklerdi. Senedin bir nüshası ise padişahın nezdinde duracak ve uygulanmasına nezaret etmekten bizzat o sorumlu olacaktı.
Sened-i İttifak’ın imzalanmasından 5-6 hafta sonra İstanbul’da, Alemdar’ın ölümüyle sonuçlanan bir yeniçeri isyanı patlak verdiği için bu çok önemli esas belgenin bir darbeyle gelip bir isyanla gittiği ve uzun ömürlü olmadığı kolayca söylenebilir. Öte yandan, meselâ Nizam-ı Cedit’in resmen ilga edilmesine benzer bir durum yok, Sened-i İttifak’ın yürürlükten kaldırıldığını gösteren bir kanıta sahip değiliz. Ayrıca merkezî devlet ve Anadolu hanedanları arasındaki ilişkiler II. Mahmud’un onlara karşı tek taraflı olarak harekete geçtiği zamanlara kadar daha bir müddet devam etti. Dahası, imtiyazları yenilenmediğinde ve siyasî güçleri kaldırıldığında da sert bir tepki vermediler.
Alemdar Mustafa Paşa’dan sonra en güçlü âyanlar olan Karaosmanoğlu ve Çapanoğlunun bir merkezileşme senedini imzaladıklarından habersiz oldukları düşünülemez. Senedin uygulanmadığı bir zamanda merkezî devlet tarafından nasıl etkisizleştirildiklerini iyi biliyoruz ama senet uygulanmış olsaydı da onları güçten düşme ve silinme gibi bir kader bekliyordu. Yeni bir merkezî orduya itiraz etmeyecek, vergilerin toplanmasını kolaylaştıracak, senedin içinde defalarca geçtiği üzere padişahın otoritesini her şeyin üstünde tutacak ve saltanatın/merkezin kuvvetinin artmasına çalışacaklardı. Bütün bunları Sened-i İttifak’tan önce fazlasıyla sahip oldukları hatta sonrasında da sahip olmaya devam ettikleri bir meşruiyet için mi kabul etmişlerdi?